3 MAYIS; GENÇ CUMHURİYETİN İLK NÜMAYİŞİ

 

"Türkçülük bir fikir değil, bir fazilettir."
— Hüseyin Nihal Atsız


Türkçülük, yalnızca bir siyasi akım ya da kültürel kimlik bilinci değil; aynı zamanda bir fazilet, bir erdem anlayışıdır. Türkçülük, milletin tarihî ve kültürel değerlerine sahip çıkmak, onları korumak ve daha iyiye taşımak için bir sorumluluktur. Bu fazilet, her şeyden önce bir kimlik arayışından öte, toplumun sağlıklı bir şekilde gelişebilmesi için gerekli olan ahlâkî ve kültürel temelleri oluşturan bir düşüncedir.

Türkçülüğün faziletini anlamak için, onun dayandığı temel ilkeleri göz önünde bulundurmak gerekir: toplumsal sorumluluk, adalet, fedakârlık ve vatan sevgisi gibi değerler. Bir milletin geçmişini ve kültürünü sahiplenmek, bu kültürün özündeki hakikatleri savunmak, bir anlamda insanın kendi varlık amacını kavrayabilmesinin de yoludur. Türkçülük, sadece kültürel bir aidiyet değil; toplumu daha sağlam, daha dirençli bir yapıya kavuşturma amacını taşır. Bu, bireylerin sadece kendi köklerine bağlı kalmaları değil, aynı zamanda daha adil, daha onurlu bir toplum için çalışmaları gerektiği anlamına gelir.

Türkçülük, kimliğini ve değerlerini savunmanın ötesinde, bu değerlerin zamanla yozlaşmasını engellemek, tarihi hatalardan ders alarak toplumu daha aydınlık bir geleceğe taşımak amacını güder. Bu anlamda Türkçülük, bir milletin yalnızca kendi geçmişine değil, geleceğine de sahip çıkması gerektiğini vurgular. Bir milleti inşa eden temeller, geçmişin öğretilerinde saklıdır; o temelleri korumak ve büyütmek ise faziletli bir tutum gerektirir. Türkçülük bu anlayışı temsil eder: geçmişi bilmek, bugünü sağlıklı yaşamak ve yarını kurmak için atılacak adımları doğru bir şekilde atmak.

İşte bu yüzden, Türkçülük sadece bir düşünce akımı değil, aynı zamanda bir ahlâkî erdem, bir toplumsal sorumluluk ve kimlik arayışı olarak karşımıza çıkar. Her milletin kendine ait bir ruhu vardır ve Türkçülük, bu ruhun en saf hâlini hayata geçirme çabasıdır. Türk milletinin sahip olduğu değerleri tanımak, bunları savunmak ve bu değerler ışığında bir toplum inşa etmek, Türkçülüğün asıl faziletidir.

Tarih, bazen bir nutukta, bazen de bir mektubun satır aralarında kırılır.
1944 yılının meclis kürsüsünde yankılanan “Biz Türk milliyetçisiyiz, Türkçüyüz” sözü, yalnızca bir beyan değil; aynı zamanda Türkçülüğün hem sahiplenildiği hem de mahkûm edilmeye çalışıldığı bir kırılma noktasıydı. Devrin başbakanı bu cümleyle adeta küllenen korlara üfledi. Ve Türkçülük, dost için umut; hasım içinse hedef hâline geldi.

O sözlerin ardından Hüseyin Nihal Atsız, devrin başbakanına açık mektupla seslendi. Satırlarında yalnızca bir aydın sorumluluğu değil, aynı zamanda bir milletin vicdanı vardı. “Madem Türkçüsünüz,” diyordu, “neden bakanlıklarınızda Türk milletinin öz değerlerine düşman unsurlar barınıyor?” Bu, sadece bir sorgulama değil, esasen bir fikrî seferberlik çağrısıydı. Kalemle açılan bu cephede, hakikat adına susmamak, sustukça kirlenmemek için atılmış ilk adımdı.

Tartışmalar büyüdü. Sol çevrelerin baskısıyla Atsız ve birçok Türkçü genç, mahkeme salonlarına sürüklendi. 3 Mayıs 1944’te demir parmaklıkların ardına konuldular. Bir fikir, artık sadece kitaplarda değil, zindanlarda da yaşamaya başlamıştı. Türkçülük artık fikir olmaktan çıkmış, irade, cesaret ve adanmışlıkla sınanan bir mücadeleye dönüşmüştü.

Zaman aktı o günün ateşi küllense de, 3 Mayıs Türkçülerin hafızasında bir sönüş değil; bir dirilişin sembolü olarak yer etti. Her yıl toplantılarla, anmalarla, marşlarla ve dualarla yeniden yaşatıldı. Çünkü bir fikir, yasaklandıkça silinmez; bastırıldıkça kök salar, derinleşir. Toprağa gömülen her tohum gibi, vakti geldiğinde çatlar ve başkaldırır.

3 Mayıs, işte o başkaldırının adıdır.

Her türlü siyasi hareketin denetim altında tutulduğu bir dönemde, Türkçülük düşüncesinin meşalesini taşıyanlar; belki de farkında olmadan, kitlesel bir uyanışın öncüsü oldular. Cumhuriyet tarihinin hiçbir devrinde takibattan azade olamayan Türkçülük, hep temelsiz suçlamaların muhatabı hâline getirildi.

Ne var ki, ırkçılık-Turancılık davasında yargılananların fikirleri; bugün yeniden değer kazanıyorsa, bu durum onların inançla savundukları ülkülerin ve adanmışlıklarının bir neticesidir.

Bugünse şu sorularla yüzleşmek gerek: Türkçülük, o mahkeme salonlarından bugüne hangi menzile vardı? Hangi yollarda yürüdü, hangi vadilerde sustu? O gün “tehlikeli” görülen fikirler, bugün hangi mecralarda yankı buluyor? Ve en önemlisi: Bugünün Türkçüleri, hâlâ o ilklerin taşıdığı samimiyeti, ahlâkı, iradeyi taşıyor mu?

Tarihler, takvimlerde kutlanan günler değildir yalnızca. Asıl bayram, bir fikrin yeniden doğduğu gündür. 3 Mayıs, bu yönüyle yalnızca bir tarih değil; bir hatırlatma, bir muhasebe ve bir çağrıdır. O günün gölgesinde yaşananlara baktığımızda, bugün bize düşen; sadece geçmişe övgüler dizmek değil, geçmişin yüklediği emanete sadakat göstermektir.

Bugün Türkçülüğü savunan kadrolar, dağınık, yorgun, sahipsiz bir görüntü arz ediyor olabilir. Lakin bu manzaranın tüm suçu bu kadrolara yüklenemez. Türkçülüğün kök salmaması için kurulan düzen, bu dağınıklığın ardındaki görünmeyen eldir. Medyadan akademiye, eğitimden siyasete kadar uzanan geniş bir cephe, bu fikri ya görmezden geldi ya da küçümseyerek etkisizleştirmeye çalıştı. Bir fikir, halkın belleğinden sessizce kazınmak istendi.

Ama unuttukları bir hakikat var: Bazı fikirler susturuldukça değil, konuşuldukça yıpranır. Türkçülük ise konuşulmasa da diri kalan, yasaklansa da yüreklerde yankı bulan bir vicdan çağrısıdır. O bir ideoloji değil, bir hayat tarzıdır; tarih, dil, inanç ve kader birliğinin vücut bulmuş hâlidir.

Bugün önümüzde iki seçenek var: Ya bu dağınıklığın içinde kaybolacak ya da o dağınıklığı aşacak yeni bir fikrî birlik kuracağız. Bunun için hamaset değil, hikmet; öfke değil, irade gerekiyor. Çünkü Türkçülük, nutukla değil, emekle büyür. Kalabalıklarla değil, adanmış yüreklerle taşınır.

Atsız’ın zindanda sustuğu yerden, Gökalp’in dizelerinde dile gelen o kadim özden öğrenilecek çok şey var. O hâlde şimdi sormak vaktidir: O sesin mirasına lâyık mıyız?

3 Mayıs, sadece bir hatıra mı kalacak, yoksa geleceğe uzanan bir yürüyüşün ilk durağı mı olacak?

Eğer o sesin ardında yürümeyi başarabilirsek, işte o zaman 3 Mayıs; gerçek bir bayrama, fikre sadakatin günü olur.