ELÂZIĞ – MALATYA (2)

Elâzığ ve Malatya… Kadim iki kardeş şehir. Biri diğerinin doğuya açılan penceresi, öbürü batıya açılan suskun bir kapı gibi. Aralarına sadece Fırat girmiş — su gibi akıp gitmiş hayatlarının tam ortasından, kimi zaman ayırmış, kimi zaman birleştirmiş.
Aynı zincirin ayrı halkalarında salınan iki yorgun gölge gibiler; tarihin sararmış yapraklarında sessizce gezinip duran, kaderin iç içe geçmiş iki mahkûmu. Dışarıdan bakıldığında boyun eğmiş gibiler — suskun, kabullenmiş, çözülemeyen bir ağırlığı sırtlamışlar sanki.
Oysa içlerinde hâlâ sönmemiş bir kor taşıyorlar; külün altından usulca kıvılcımlanan, zamanın rüzgârını bekleyen bir direnişin izi. Yorgunlukları, omuzlarına çökmüş yüzyılların tortusu gibi ağır; bekleyişleri ise geçmişle geleceğin arasında sıkışmış, çıkışı olmayan bir labirentte yankılanıyor.
Ufka dikilmiş gözleri, neyi beklediğini bilmiyor belki — affedilmeyi mi, unutulmayı mı, yoksa sadece birkaç saniyelik bir huzuru mu? Ama bekliyorlar... Susarak, yan yana, birbirlerinin gölgesinde.
Üzerlerini saran kalın toz bulutu, yıllardır yere düşmeyen bir gölge gibi başlarını eğdiriyor. Gökyüzü, utanarak kaçırıyor gözlerini onların üzerinden. Yağmur birkaç damla halinde düştüğünde, toprak değil sanki koca bir beden hıçkırıyor; gözyaşları çamura karışıyor, yavaş yavaş taşların arasından süzülerek harabelerin solgun kalbine doğru akıyor.
İlk depremin yarası henüz kabuk bile bağlamamışken, ikinci sarsıntı indirdi darbesini — binalar gibi umutlar da yerle bir oldu. Diz çökmüş, başını ellerine gömmüş bir halkın sessiz çığlığı, sokaklarda yankılanıyor; boğuk, yorgun ve çaresiz.
Çamurlu sokaklar, bu hengâmenin suskun tanıkları. Yarım kalmış bir çocuk bisikleti, duvara yaslanmış eski bir oyun anısı gibi. Kırık bir pencerenin ardında, titrek bir kandilin solgun ışığı. Toz, çamur ve yorgunluk iç içe geçmiş; rüzgâr bile çekingen, ürkek bir misafir gibi esiyor artık.
Ağaçlar… Ne renk oldukları bile belirsiz: Yeşilin canlılığı mı, yoksa zamanın küllüğüne bulanmış bir donukluk mu? Başlarını ağır ağır eğmişler; sanki şehrin yükünü dallarında taşıyan suskun varlıklar. İnsan nasıl çökmüşse, ağaçlar da öyle çökmüş. Nasıl da çökmüşler...
İnsanların gözlerinde dolaşan boşluk, umutla örülmüş duvarlarla çevrili. Çarşının esnafı, o solgun bakışlara boyun eğmiş. Kapalı Çarşı’da yürürken bir soru sormak bile cesaret istiyor. Kelimeler sanki buraya uğramayı unutmuş. Sessizlik, canlı bir örtü gibi sarmış her yanı — görünmez ama nefes nefese bir ağırlıkla bastırıyor.
Oysa bir zamanlar bu çarşı, sabahın ilk ışıklarıyla uyanırdı. Çorbacının önünde uzayan kuyruklar, mahmurluğu çorba buharında eritmeye çalışan yorgun bedenler… Peynirli ekmek için sabırsızca bekleşen ayak sesleri, dükkânların önünde şakalaşan genç çırakların neşesi… Hepsi şimdi sadece taşlara sinmiş, sessizliğe gömülmüş birer hatıra.
Çaycıların tanıdık sesi, buğulu bardakların şıngırtısı, demli kokuların sıcak yankısı… Hepsi şimdi yok. Ne bardak kaldı ne buğu ne de o “bir yudumluk umut.” Çaydanlık susmuş, ocak sönmüş; şehrin ruhu, deminden kopmuş gibi.
Manavın tezgâhını dolduran meşhur Elâzığ biberleri bile, soluk topraktan küskün ayrılıyor gibiler; renkleri, yaşanmışlıklarının yorgunluğunu fısıldayan bir vedanın sessiz ifadesi.
Kasapların güveç hazırlarken çıkardığı canlı sesler vardı bir zamanlar; et doğranır, “yağlı mı, kemikli mi?” diye yükselen sohbetler, şehrin sokaklarına neşe ve hareket katardı. Şimdi ise bıçaklar suskun, eller yorgun ve güçsüz; hayata dokunmaya çalışan değil, çaresizliğin soğuk izdüşümü gibi uzanıyor eller.

Çarşının altındaki bakırcıların ritmik çekiç sesleri, şehrin kalp atışıydı adeta. Her vuruş dirilişin, umudun sesi… Şimdi yerini, ruhsuz bir kahve makinesinin tekdüze ve monoton uğultusu aldı; soğuk, cansız ve anlamsız.
Geçmişin canlı sesleri, geleceğin bilinmezliğine karışıyor. Şehir, yarım kalmış bir şairin dizeleri gibi — anlamı, ritmi eksik. İnsan ise aynaya bakarken kendi değil, enkazın solgun siluetini görüyor; kırık ve dağınık.
“Her acıdan sonra hayat devam eder” derler; ama burada, bu sadece kuru bir teselli. Kelimeler duvarlarda yankılanıyor, ama ruhlara ulaşamıyor artık. Şehir susmuş, anlatacak kelimeyi bile yitirmiş.
Düğün salonlarının neşesi, açık hava kutlamalarının coşkusu solgun, eksik bir renge bürünmüş. Harput’un dünyaca ünlü halk oyunlarının yerini, göçmen kuşların gelip geçen telaşı aldı; geçici, yapay ve içi boş.
İşte Elâzığ, gözler önünde eriyip giden derin ruhuyla, çaresizliğin ve iç sızısının kıyısında duruyor. Tozlu, dumanlı sokaklarda, eski dostların bir araya geldiği sıcak mekânlar bile sessizliğin kalın örtüsüne bürünmüş. Az bulunanlarla geçirilen zaman, kısa bir soluk gibi; kapı dışarı çıkınca aynı ağır hüzün omuzlara çökmekte, yüreği sızlatmakta.
Tanıdık bir binanın, eski bir dostun iş yerinin viraneye dönüşmüş hali, insanın içine derin bir boşluk, tarifsiz bir kırıklık bırakıyor.
Elâzığ’ın kaderi, Harput’un taş yamaçlarından akan zamanla, ovanın bağrına doğru yol alışıyla başladı. Bu yolculuk, sadece mekânsal bir hareket değil, aynı zamanda bir kimlik arayışının, eskiyle yeninin ince bir dansının hikâyesiydi. Sırtını yüksek dağların serin rüzgârlarına dayayan, yüzyılların sakladığı taşlarla örülü Harput, kendi sessiz diliyle anlatırken, yeni şehir Elâzığ, ovada kendine yeni bir hayat alanı arıyordu. Ovanın uçsuz bucaksız maviliği, bereketli toprakları ve akışkan nehri, şehre bambaşka bir ruh kazandırdı; ancak bu değişim, köklerinden kopuşun hafif bir hüzünle örülüydü. Rüzgâr, artık dut ağaçlarının arasında değil, ovaların geniş boşluklarında fısıldıyor, çeşme başlarında bekleyen çocukların neşesi yerini yeni hayatların sessiz bekleyişine bırakıyordu. Elâzığ, geçmişin ağır yükünü taşırken, geleceğin umutlarını da kucaklıyordu; böylece Harput’un tarihî dokusu ile ovanın taze nefesi arasında ince bir köprü kurulmuştu.
Ama sonra… Tarihin omzundaki eski şal düştü. Harput’un kadim gövdesinden ayrılan şehir, verimli ovanın üzerine beton bir yorgan gibi serildi. Toprağın sesi boğuldu, bağların nefesi kesildi suların tadı kaçtı.
Şimdi ne zaman bir kürek toprak kazılsa, altından bir hatıra inler. Her asfaltın altında bir türkü susmuş, her apartman temeli bir mezar taşı gibi duruyor. Çünkü beton dökülmemiş her toprak parçası, mazinin titreyen feryadını hâlâ yankılıyor. Dut ağaçlarının yerine yükselen gri kuleler, geçmişin üstüne çökmüş bir sessizlik heykeli gibi.
Elâzığ ve Malatya…
Bir zamanlar Fırat’ın iki yakasında, suyun aynasına düşen gülüşlerini birbirine ulaştıran, aynı çayın buğusunda nefes alan iki kadim dost…
Bağbozumunda aynı üzüm salkımlarını toplayan, aynı halk oyunlarının dönen adımlarında diz dize gelen, kış gecelerinde aynı közün başında türkülerle ısınan iki gönül kardeşi…

Şimdi ise, yürekleri kışa dönmüş iki yaşlı insan gibi, zamanın kıyısında oturuyorlar. Ellerinde, yılların tuzunu emmiş yıpranmış eprimiş bir mendil gibi buruşmuş umutlar, gözlerinde ise mazinin küllerinden hâlâ sızan, rüzgâr değse titreyen bir ışık… Bekliyorlar.
Belki bir türkü gelir, Fırat’ın sularıyla eski günleri getirir diye…
Belki bir yağmur yağar, tozun toprağın arasından yeniden filiz verir hatıralar…
Belki de bir anı, rüzgârla savrulup iki şehrin yorgun omuzlarına düşer diye… Sabrın eşiğinde, suların en durgun yerinde bekliyorlar.
Kapıları birbirine ardına kadar açık iki kardeş Elâzığ ile Malatya.
Fırat’ın iki yakasında, bağbozumunun telaşını, davul-zurnanın coşkusunu, kış gecelerinde köz başında pişen çayın buğusunu paylaşan iki gönül şehriydiler.
Şimdi ise, acıların toz ve dumanı içinde, yaralarını kendi elleriyle saran iki yorgun yürek… Yine de tevekkülü unutmazlar; her sabah, Fırat’ın karşı kıyısından birbirine sessiz dualar yollarlar.
Fırat artık yalnızca bir su değildir.
Sabah sisiyle iki şehrin üstüne usulca inen bir örtü, kıyılarındaki söğütlerle rüzgârı dinleyen bir sırdaş, geceleri ay ışığını iki yakaya birden dağıtan kadim bir dost…
Tozlu yolların ortasında, yıkılmış evlerin, sessiz avluların, taş camilerin gölgesinde; maziden süzülen solgun bir ışığın peşine düşerler. O ışık, onları ayağa kaldırır. Kar sularının berraklığıyla, yağmurun sabrıyla, zamana direnen taş köprülerin sessizliğiyle yaralarını tımar ederler.
Ve beklerler… Bir gün gelecek; kaderi birlikte yaşamanın hikâyesini, meydanlarda toplanan çocukların gözlerinde yeniden yeşertecekler. O gün, Fırat’ın suları yalnızca geçmişi değil, geleceği de taşıyacak iki kıyıya.