Her Elâzığlı için Malatya, batıya açılan bir penceredir; demir parmaklıklı belki, ama yine de ufka dönük, geniş bir gökyüzüne bakan. O pencereden, Anadolu’nun ova ova uzanan, dağ dağ kabaran topraklarına dalar gözler. Bu bakışta bir çelişki gizlidir: Malatya ne tam anlamıyla "bizdendir", ne de tümüyle "öteki". İki şehir arasındaki bağ, rüzgârın dalgayı hem okşayıp hem geri çekmesi gibidir; iç içe geçmiş ama araya hep ince bir mesafe bırakmış. Kardeşliğin koynunda yatan bir kıskanma, dostluğun içinde gizlenmiş bir çekişme...
Yıllardır söze dökülmeyen ama derinlerde köpüren bir rekabet akar bu iki kadim şehrin damarlarında. Görünmez, duyulmaz; ama her kelimenin ucunda, her sokak başındaki muhabbetin kıvrımında hissedilir. Bu rekabet, kelimelerle değil, gözlerin sessiz dilinde konuşur. Sükûtun sesine kulak verenler bilir: Bu yarış, tarihin çatılarında birikmiş, coğrafyanın kırışık yüzünde çizilmiş, ekonomik gelgitlerin serin ve sert fısıltısıyla büyümüş bir yarışmadır.
Kırk yıl öncesine döndüğümüzde, Malatya; şehirleşme, sanayi, eğitim ve sağlıkta Elâzığ’ın gölgesinde yürüyen bir şehir görünümündeydi. Elâzığ ise hem kendi yükünü hem de kardeşinin yükünü omuzlayan bir ağabey gibiydi; dimdik, dirençli, sessizce ama kararlılıkla ayakta duruyordu, zamanın türlü fırtınalarına göğüs gererek.
O dönemde Elâzığ, adeta bir şifa menziliydi. Türkiye’nin dört bir yanından gelen hastaların umudu; cüzzamdan vereme, ruh ve sinirden iç hastalıklarına kadar nice derde derman olan kurumlarıyla bir nevi modern zamanların “şifa tekkesi” gibiydi. 1974’te açılan Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi ile 1970’te kurulan Türkiye’nin en eski veteriner fakültelerinden biri, sadece birer bina değil; içlerinde tutulan kandillerle ülkenin dört bir yanına ışık saçan mekteplerdi. O kandiller, Elâzığ’ın yüksek tepelerinde, rüzgârla titreyen ama sönmeyen yıldızlar gibi yanardı geceleri.
Fakat zamanın rüzgârı yön değiştirince, o kandillerin ışığı da başka taraflara dönmeye başladı. Meşhur Elâzığ kayısısı bile, hiç gürültü kopmadan, sessizce Malatya'nın hanesine yazıldı. Oysa o altın sarısı meyve, Fırat’ın kıyısında, Baskil’in bağrında, serin yellerle serpilen, toprakla gökyüzünün nişan yüzüğüydü. Baharda bir gelin duvağı gibi dalları örter, yaz ortasında güneşin kızgın alnına serin bir gölge gibi düşerdi. Gelinlerin boynuna asılan ziynet misali, ağaçlarda öylece asılı kalırdı bir zamanlar.
Ama Karakaya Barajı yapıldı, sular yön değiştirdi. Nehirler gibi yollar da başka istikamete aktı. Artık Baskilli çiftçinin mahsulü Elâzığ’a değil, daha yakın olan Malatya’ya akıyordu. Böylece sadece ürün değil, bir hafıza, bir kök, bir aidiyet de karşı kıyıya göç etti. Fırat, bu kez yalnızca su değil, bir kültür taşıdı öte yakaya.
Ve işte burada, Malatya’nın pratik zekâsı, tüccar feraseti devreye girdi. Adıyaman, Maraş, Sivas ve Kayseri ile kurduğu ekonomik ilişkileri ustalıkla ördü. Kayısı artık yalnızca bir meyve değil; dünya sofralarına uzanan altın bir imza, geçim kapısı, bir ekonominin belkemiği hâline geldi. Binlerce insanın rızkı o sarı tanelere bağlandı. Ancak bu yıl, tabiat elini sertçe masaya vurdu. Zirai don yalnızca meyveleri değil, umutları da kavurdu. Depremin açtığı yara, bu soğukla birlikte bir kez daha kanadı. Bu defa kayısıların yerine sessizlik yayıldı evlere. Ağaçlar değil, iç çekişler meyve verdi.
Ne zaman biri sevinse, ötekinin kalbinde bir yankı oluştu. Ne zaman biri yansa, diğeri közle doldu. İki şehrin kalbi aynı telde titredi. Çünkü hatıralar aynı gökyüzüne uzanıyordu; aynı güneş yakıyor, aynı rüzgâr üşütüyordu.
Zamanla şehir sınırları silindi. Tabelalar yerinde kalsa da, kalpler birbirine karıştı. Aynı aynanın iki yüzü gibi birbirini yansıtan iki şehir doğdu. Çünkü kardeşlik sadece soyla değil; aynı derdi, aynı tasayı paylaşmakla inşa edilir.
Bu kardeşliğin en sarsıcı hâli, o büyük depremle görünür oldu. Malatya'nın omuzlarına çöken felaketin tam ortasında, Elâzığ bir ırmak gibi aktı kardeşinin üzerine. Her damlası merhamet, her kıvrımı yardım... Sarmak, kaldırmak, unutturmamak ama yeniden başlatmak için aktı. Evleri yıkılan, sevdiklerini toprağa veren, enkazdan çıkan herkes, Elâzığlıların kalbinde misafir değil; aileden biriydi artık.
O gün Elâzığ, bir şehir değil; bir ana kucağıydı. Saç okşayan, gözyaşı silen, yemeğini paylaşan, sabrını sunan bir anne… Bazen bir tas sıcak çorbayla, bazen sessizce uzatılan bir battaniyeyle, bazen de tek kelime etmeden omzunu uzatan bir dost yüzüyle kendini gösteren bir annelik… Ama hepsinden öte, bölünmemiş, bölünemeyecek bir yürekle…
Çünkü Fırat’ın iki yakasında büyüyen bu kardeşlik, sadece coğrafyanın değil, yüzyıllık hatıraların da mayasıydı.
Deprem sonrası Malatya, yıkılmış bir beden gibi… Şimdi enkazın ortasında, bir dizini yere koyarak doğrulmaya çalışan bir yaralı. Her adımda dizi titriyor, her nefeste ciğeri sızlıyor. Sokaklar, üzerlerine toz serpilmiş bir geçmişin içinden geçer gibi... Zaman takvimlerden akıyor ama Malatya’da durmuş gibi. Mevsimler değişse de şehir, aynı yaraya uyanıyor her sabah.
Bahçeler suskun, üzüm asmaları boynunu bükmüş. Her şey yarım kalmış bir şarkıyı andırıyor: Bir mısrası eksik, bir notası kırık, ahengi bozulmuş bir türkü gibi… Ve bu eksiklik, sadece kulağa değil, kalbe çalıyor.
Yüksek tepelerde yükselen TOKİ konutları, modernliğin sert çizgileriyle umudu yeniden çizmeye çalışıyor. Ama ovaya indiğinizde, bu umut puslu bir cam ardına gizlenmiş gibi… Çünkü geri kalan her şey hâlâ yıkık, hâlâ sessiz, hâlâ unutulmuş…
Trafik, başka bir imtihan. Hangi sokağa girseniz zamanın akışı yavaşlıyor. Direksiyon başındaki yüzlerde yalnızca yorgunluk değil, hayatla yapılan derin bir pazarlığın izleri var.
Bazı sokaklar hâlâ o günlerden kalma bir fotoğraf gibi... Tozla kaplı duvarlar, içi boşaltılmış pencereler, rüzgârın uğultusu… Hayat değil, geçmişin yankısı dolaşıyor bu evlerin içinde.
Malatya, her sabah yeni bir sabra uyanan bir sabır dervişi. Ayağa kalkmaya çalıştıkça canı yanıyor ama acısını dillendirmiyor. Kaderine terk edilmemiş belki, ama kaderiyle baş başa bırakılmış bir yalnızlık hâli içinde… İçine eğilmiş, kendiyle konuşan, yarasını kabullenmiş bir şehir…
Bugün Malatya’yı ziyaret etmek, bir şehir görmek değil; bir makama durmaktır. Bir sabır makamı, bir tevekkül dergâhı... O yıkımın ortasında, ayakta kalmayı başaran insanların yüzlerinde zamanın eğildiği bir dirayet; sessizliğin içinden sızan bir vakar vardır. Gözlerinde acının içinden geçen, ama hâlâ sönmemiş bir ışık dolaşır. Ne haykırırlar ne şikâyet ederler... Sadece dururlar. Ağırbaşlı, kabullenmiş ama dimdik...
Temmuz sıcağında, başaklar boynunu eğmişti. Yere bakarak, "artık hasat zamanım" der gibiydi. Sararan otlar ise, solgun bedenlerine rağmen göğe uzanıyor, son bir gayretle bulutlara yalvarıyordu: “Ak da kurtar bizi…” Toprak, bu sessiz yakarışı duyuyor ama susuyordu. Çünkü her mevsim, önce kendini yakarak başlar yeniliğe.
Ve Malatya…
Artık sadece bir şehir değil;
Sabrın adı,
Yıkılmadan duranların yankısı,
İnsan olmanın sessiz zaferi.
Onlara bakınca, aslında kendimize bakarız. Kaç kez yıkıldığımızı, içimizde kaç enkaz taşıdığımızı düşünürüz. Kaç kaybı sustuk, kaç acıya yer açtık yüreğimizde… Ve nasıl her seferinde, yeniden başlamak zorunda kaldık. İşte bu yüzden, Malatya’ya bakarken, biraz da kendimize bakarız. (devam edecek)