Kayıtlara geçen ilk depremin, M.Ö. 1177 yılında Çin’de meydana geldiği belirtilmektedir. Bu sarsıntı, bambu yapraklarına ve taş tabletlere işlenerek ölümsüzleştirilmiştir. Tarihin tanıklık ettiği diğer bazı büyük depremler ise, bugünkü Yunanistan topraklarında yaşanmıştır. Rodos’un görkemli heykeli, bu depremlerden birinde yıkılmış, tarihin unuttuğu değil, sarsıntıların hatırlattığı bir iz olarak kalmıştır.
Antik Yunan şehir devletleri, kimi depremlerden sonra siyasi krizler yaşamışlardır. M.Ö. 373’te Helike şehri, yerle bir olmuş, ardından denizin altında kalmıştır. Bugün hâlâ suların altında, taş sokakların üzerine çöküp susmuş bir kentin yankısıdır Helike.
Bunca bilgiye rağmen, depremler hakkında kesin ve sarih bir bilgiye ulaşmak zordur. Bilim insanları, kazılarda elde ettikleri sert kırılma izlerini, geçmişin depremleriyle ilişkilendirirler. Bu izlerin Anadolu ve Mezopotamya topraklarında görülmesi, bu toprakların derin bir hafızaya sahip olduğunu gösterir.
Ne var ki bu, sadece bilimsel bir mesele değil, insanın yeryüzüyle verdiği kadim bir sınavdır. Deprem, insan için yeni değildir. Her dönemde ona mâni olunamayacağı kabul edilmiş, nasıl tedbir alınması gerektiği tartışılmış; fakat tıpkı bugün olduğu gibi, sonuç alınamamıştır.
İstanbul’da bir deprem olursa, kimse İstanbul’un yardımına koşamaz. Ama İstanbul, dünyanın neresinde olursa olsun, yardıma koşar. Kahramanmaraş ve Hatay’da olduğu gibi.
Peki, İstanbul’da hiç deprem olmamış mıdır? Elbette olmuştur. Hem de devasa sarsıntılarla... Bizans dönemine ait tarihçiler, bu depremleri kayıt altına almıştır. İstanbul’da bilinen ilk büyük deprem M.Ö. 358 yılında yaşanmış ve büyük yıkımlara yol açmıştır. O gün, tapınaklar yıkılmış, halk Tanrı’nın gazabına uğradığına inanmıştır.
Bu ifade bize yabancı değildir; her büyük depremden sonra, Tanrı'nın gazabı ifadesi bir kez daha yankılanır kulaklarımızda.
İ.S. 447 yılındaki depremde, şehir surlarının büyük bölümü yıkılmıştır. Ancak, iki ay gibi kısa bir sürede yeniden inşa edilmesi, bugün bile mühendislik başarısı olarak gösterilmektedir. Yıkılan duvarlar değil, teslim olmayan iradeydi.
İ.S. 542 yılındaki deprem, veba salgınıyla çakışınca, şehir derin bir buhrana sürüklenmiştir. Halk, suçu yöneticilere yüklemiş, tahtlar sallanmış, vicdanlar titremiştir.
M.S. 740’taki depremde ise, Marmara Denizi’nde bir tsunami meydana gelmiş, şehrin kıyılarını sular yutmuştur.
Türklerin İstanbul’unda ise, ilk büyük sarsıntı, 1490 yılında II. Bayezid devrinde yaşanmıştır. Yer sallandığında, halk toprakta secdeye kapanmış, korkunun diliyle dua etmiştir.
Yine II. Bayezid devrinde, 1509’daki büyük depremde yaklaşık 1000 kişi hayatını kaybetmiş, şehir büyük bir yıkıma uğramıştır. Bu hadise halk arasında “Kıyamet-i Suğra” (küçük kıyamet) olarak adlandırılmıştır.
Meraklısı için belirtelim; Evliya Çelebi de şairane üslubuyla kaleme aldığı Seyahatnâmesinde, depremleri tek tek kaydetmiş, kendi dönemine kadar bir deprem kronolojisi sunmuştur.
1766’da III. Mustafa, 1894’te II. Abdülhamit döneminde yaşanan iki büyük deprem, şehirde derin yaralar bırakmıştır. Özellikle 1894 depremi, ilk kez fotoğraflanan deprem olarak tarihe geçmiştir.
1894’ten 1999’a kadar İstanbul’da birçok deprem yaşanmış, bazı binalarda hasarlar oluşmuştur. Özellikle tarihi yapılarda tahribat dikkat çekicidir. 1766’daki büyük sarsıntıda, Ayasofya’nın kubbesi dahi zarar görmüştür.
1999’u 25 yaş üstü olanlar unutmaz. Gölcük merkezli bu yıkıcı depremde, İstanbul’a gitmenin zorluğunu yardım ekiplerinden çok dinledik. Oraya ulaşanlar, depremzede gibi yaşadılar. Bu depremin sonuçları hâlâ tartışılmakta, ancak çözüm noktasında bir neticeye ulaşılamamıştır.
Eminim, bir süreliğine yetkililer ve yetkisizler, suçu birbirlerine atmak için yarışacaklardır. Bilim insanları konuşacak, sözler uçacak ama yapılar yıkılmaya devam edecektir.
“Deprem öldürmez, bina öldürür” gerçeğini bir türlü kabul edememek, toplumsal bir travmadır. Deprem, millî ve stratejik bir meseledir. Bu nedenle, değiştirilemez bir yol haritası oluşturmak artık ertelenemez bir zarurettir.
Depremi önleyemeyiz. Ama hazır olabiliriz. Elimizi böğrümüze koyup beklemek, acziyetin ve ihmalkârlığın adı olur. Bugün bir önlem almazsak, yarının enkazında sadece taş değil, vicdan da gömülecektir. İstanbul’da kısa ama uyarıcı bir sarsıntı yaşadık. Bu sallantı, yetkili olan herkes için bir çağrıdır: Her işi bırakıp, acilen ve topyekûn bir tedbir alma zorunluluğu doğmuştur. Geçmiş olsun İstanbul ve Geçmiş olsun Türkiye. 23.04.2025 Sancaktepe/İstanbul