GÜLERYÜZLÜ BİR AYDIN

Asım Bezirci’yi ilk kez çocukluğumda, evimizin kitaplığındaki iki kitaptan, “Sabahattin Âli” çalışmasıyla ve “Halkın Ekmeği” adlı şiir çevirisiyle tanımıştım ve ona hayranlığım ta o tarihlerden başlamıştı.

Türk yazınında eleştirinin daha doğrusu nesnel-bilimsel eleştirinin önemli adı Bezirci, 1928 Erzincan doğumlu. Babasının mahkeme kararıyla okula gidebilmesi için 1927 diye tashih (düzeltme) yaptırarak yaşını bir yaş büyülttüğü Bezirci’nin ailesine bağlılığını şu satırlardan anlıyoruz:

“Yaradılışça da bedence de davranışça da annemle babamın bir karışımı olduğumu görüyorum. Bakıyorum, bir yanım duygulu ise bir yanım da akıllı, bir yanım aceleci ise bir yanım da sabırlı, bir yanım öfkeli ise bir yanım da temkinli, bir yanım kuşkucu ise bir yanım da inançlı…”

1939’da ilkokulu bitirmiş, ortaokula başladığının ilk döneminde Aralık 1939 Erzincan depremi olmuş ve korkunç günlerin ardından Mersin’e taşınmışlar, sonradan yine Erzincan’a dönmüşler ve ardından da Bezirci’nin parasız yatılı okul sınavını kazanmasıyla beş yıl okuyacağı Erzurum günleri başlamıştır.

Bezirci bu dönemi şöyle aktarıyor: “Okul için Erzurum’da bulunduğum süre, II. Dünya Savaşı’nın tüm şiddetiyle sürdüğü yıllardır. Açlık, pahalılık, hastalık, karaborsa ve yoksunlukların gitgide arttığı karanlık yıllar. Günde ancak 125 gram ekmek hakkımız vardı.

Gelişme çağındaydım ama ne doğru dürüst besleniyor ne de yaşamın sevinçlerin, tadabiliyordum. Yalnız! Umarsızlık, doyumsuzluk içinde bocalıyordum. Kendimi derslere veriyor, öğretmenlerden yüksek notlar alıyor, ama tatmin olamıyordum.

Teselliyi kitaplarda bulmuştum. Boş zamanlarımda bol bol roman okuyordum. Böylece, acılı-gerçek dünyanın dışında tatlı-düşsel bir evrende yaşıyor, oranın olaylarıyla avunuyor, kişileriyle kendimi özdeştiriyordum. Onların serüvenleri benim öz yaşantımdı sanki…”

Asım Bezirci çocukluğunda daha çok piyasa romanları yazarlarını Esat Mahmut Karakurt, Mükerrem Kâmil Su, Oğuz Özdeş, Kerime Nadir Azrak, Peride Celal Yönsel, Güzide Sabri Aygün okumuş, ardından bir arkadaşının etkisiyle yazınsal romanlar, sanat değeri yüksek şiir kitapları okumaya yönelmiştir. 

1943’te kendisi de yazı yazmaya başlayan Bezirci’nin bilinen ilk öyküsü “Hiç” şu sözlerle başlar:

“Dalgalara yoldaşlık eden serin rüzgâr yüzümüze kadar geliyor. Ay gökte bir tepsi gibi. Denize vuran şualar rüzgârla kaynaşan dalgacıkları birer elmas gibi parlatıyorlar...”

Aynı yıl bir öyküsü “Bir Gecenin Serabı” Erzurum’da yerel bir gazetede yayımlanmış, bir süre şiire de yönelmiştir.

İstediği bölüme girebilecekken, yazın tutkusundan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü seçen ve 1945 yılında buraya kayıt yaptıran Bezirci, okulu beklediği gibi bulmayınca bir an felsefe bölümüne geçmeyi düşünse de sonradan da ekonomik güçlükler nedeniyle yeni bir bölümde okumayı göze alamamıştır. 1950 yılında üniversiteyi bitiren Asım Bezirci yaşamını yazından değil emekli olana dek yapacağı iş olan muhasebecilikten kazanabilmiştir. 

Toplam 70 yapıt üreten Asım Bezirci sabırlı, ölçülü davranmayı, yanlışlıktan korkmayı, belgeye dayanmayı, aklını kullanmayı, duygusallığa kapılmamayı, gerçekçi, düzenli, dengeli, tutarlı ve çok çalışkan olmasını “muhasebecilik” mesleğine borçlu olduğunu söyler hep:

“Savunduğum ve uygulamaya uğraştığım nesnel, bilimsel eleştiri anlayışımın güçlenmesine yardım etti. Az şey mi bu?”

Binlerce kitabı derinlemesine inceleyen, yetkin ve özgün çalışmalar yapan yazın tarihçisi, çevirmen, ozan, yazar ve eleştirmen Asım Bezirci, Türk yazınındaki en çalışkan, en üretken sanatçılardan biridir.

Ona göre, eleştiri nesnenin yapısını, yerini durumunu öğrenip çözümlemeden yargıya geçmemeli, örneksiz, gerekçesiz konuşmamalı, dürüst, önyargısız, sorumlu ve yürekli yani nesnel olmalıdır. Muhasebecilik mesleğinden kaynaklandığını belirttiği; duygulardan arınmış, sert tutumunun yazın çevresinde olumsuz karşılandığı, birçok yazar, ozan ve eleştirmence eleştirildiğini gördüğümüz Asım Bezirci “eleştirmen” kimliğine en yaraşır sanatçı olarak Türk yazınında önemli bir yer kazanmıştır.  

Yokluk içinde geçen geçmişine, yaşamın güçlüklerine karşın hep gülümseyen, sımsıcak, apaydınlık, kararlı, konuşurken yumuşak dilli, bedeni küçük yüreği büyük bir insan olan Asım Bezirci, mesleğini yapması engellenen, eziyetler çektirilen, mahkemelerde yargılanan, tutuklanan, yargılanmalarında yüksek cezalar istenen ve sonunda da Sivas’ta 1993 yılında canına kıyılan bir Türk aydınıdır.

“Pir Sultan” adlı önemli yapıtında anlattığı Pir Sultan Abdal gibi kardeşliği, hoşgörüyü, sevgiyi, özgürlüğü, adaleti, insanı ölene değin savunan Bezirci’nin tüm yapıtları ve düşüncelerinin, tıpkı ulu ozan Pir Sultan Abdal’ın soylu şiir ve düşünceleri gibi sonsuza dek yaşayacağını söyleyebiliriz. Onu, kendisinin “Pir Sultan” kitabından bir şiirle selamlıyorum: 

"Karga konsa gülistana / Gülün kadrini ne bilir / Kendi kadrini bilmeyen / Elin kadrini ne bilir."