Papa 14. Leo, Ankara’nın protokol kokusundan çıkıp İstanbul’un gürültüsüne indiği anda, şehirde dua değil, “rota” başladı.
Yirmi milyonluk kent bekledi… Ama hayır, huzur değil; açılacak bir şerit bekledi.
Yollar kapandı. Trafik düğümlendi.
Minibüs labirente, metrobüs sabır testine döndü.
Şehrin gündemi maneviyat değildi; manevraydı.
Papa barış ve hoşgörü konuştu;
İstanbul ise “kardeşim bir durun da eve varalım” moduna girdi.
Hoşgörü tek taraflı aktı, trafik çift taraflı tıkandı.
Barışın nabzı değil, İstanbullunun tansiyonu ölçüldü.
Bir hemşire nöbetine yetişemedi,
bir çocuk okula geç kaldı…
Peki onlara hoşgörü hangi bariyerin arkasından el salladı?
Cevap basit: Hiçbir yerden.
Ziyaret elbette kıymetli; diplomatik, sembolik, tarihî…
Ama hiçbir şehir, bir fotoğraf karesi uğruna kendi nefesini bu kadar tutmaz.
Ve madem mevzu kiliselerden açıldı…
Gelin Elazığ’ın sessiz ironisine bakalım:
Osmanlı’dan kalma Ermeni Protestan Kilisesi, şehrin merkezinde hâlâ ayakta.
Diri duruyor… ama işlevi yorgun:
İçeride dua yok, park yeri var.
Tarih, egzozla yan yana.
Hafıza, korna altında.
Elazığ’ın kaderi bu değil.
Bağcılığı, kültürü, mutfağı… şehrin zaten turizm ışığı var, sadece fişi takılmamış.
Biraz emek, biraz yatırım, biraz özen…
10 yılda Türkiye’nin parlayan yerlerinden biri olur.
Hayal değil; niyete bakar.
İstanbul üç gün “amen” demedi,
“amin sabır” dedi.
Elazığ ise yüz yılı aşkındır fısıltıyla aynı şeyi söylüyor:
“İnşallah bu kadar beklemeye değer, Amin…”
Şehirlerin gücü, misafir ağırlarken değil,
kendi geçmişine sahip çıkarken belli olur.
Tarihine sahip çıkan ülkeler yükselir.
Sahip çıkamayanlar?
Olanı da otoparka çevirir, üstüne beton döker geçer.
Seçim bizim.
İmtihan bizim.
Şehirler de…