Ne kadar uzaklaşırsanız uzaklaşın, doğup büyüdüğünüz toprakların sesi, yüreğinizin kıyısında hep çınlar. Oraların bir taşı, bir suyu, bir haberi; nice uzaklığın ötesinden gelip kalbinizin derinliğine dokunur. Gurbet ne kadar yerleşirse yerleşsin, memleketin sesi içimizde yıkılmamış bir ev gibi ayakta durur. Bugünün haberleşme imkânlarıyla, memleketten gelen bir haber artık sadece bilgi değil; bir sızı, bir coşku, bir yara yahut bir tebessüm olur yüreğimizde.
Leylo Deresi… Mihrap Dağı’ndan süzülen soğuk sularıyla Maden ilçesini ikiye bölen, ama aslında iki yakayı birbirine bağlayan, şehirle etle tırnak gibi bütünleşmiş bir can damarıydı. Akışı, sanki şehrin kalbinde atan bir ritim gibiydi; çocukların gülüşü, anaların duası, dükkanların açılıp kapanış sesiyle birleşir, her yeni güne hayat katardı.
Her iki yamaca kurulu evlerin tam ortasında bir köprü uzanırdı. O köprünün çevresindeki irili ufaklı dükkânlar, sadece alışverişin değil; selamın, sohbetin, bereketin buluştuğu bir çarşıydı. Bugün hâlâ ayakta kalan birkaç dükkân, geçmişten bugüne kalan solgun fotoğraflar gibi... Raflarından çok anılar sarkar; tezgâhlar hâlâ eski bir dostun sesini yankılar.
Mihrap Dağı ve çevresindeki zirveler, bir zamanlar bakır cevheri arayan ellerin oyarak şekilsizleştirdiği yerlerdir. Her bir kazma darbesi, doğanın sessiz çehresine atılmış bir çizik gibidir. Bugün, haritada yerini arasanız, tanıyamayacağınız bir siluettir karşınızdaki. Sanki doğa, utançtan susmuş, yüzünü başka yana çevirmiştir. Evet, kimse yer altındaki madenleri çıkarmayalım demez. O cevher bu milletin ortak zenginliğidir. Ama cevheri ararken ruhu örselemek, yalnız toprağa değil, insana da ihanettir. Taşın da suyun da bir dili vardır; yeter ki biz dinlemeyi bilelim.
Köprü başında, şehrin hafızası gibi yükselen o zarif minare, Maden’in en eski camisine aitti. II. Abdülhamit’in hatırasıdır; sessiz bir mührü, göğe uzanan bir niyazı andırır. İlk yapıldığında caminin köşesinde olduğu biliniyor. Zamanla cami genişledi, minare onun kalbine gömüldü. O minareye çıkan çocuklardan biriydim. Gökyüzüne biraz daha yaklaşmak, minarenin taşlarında güneşin izini takip etmek bizim için hem oyun hem duaydı. O taşlara dokunduğum her anı, şimdi içimde ağır bir sızıyla hatırlıyorum. Minarenin yüreğimde bıraktığı iz, ne zaman bir haber alsam, bir sancı gibi içimde belirir.
İnsan, toprağa taşa niye bu kadar bağlanır, bilemem. Ama bu sevdanın başka hiçbir varlığın işi olmadığını iyi bilirim. Toprakla konuşan, taşla dost olan, geçmişi sadece hatırlamakla kalmayıp ona dokunabilen bir tek insandır. Bana göre, memleketinin taşını toprağını sevenlere ancak "insan" denebilir. Çünkü o sevgide, zamanla örülmüş bir sadakat, tarihle kurulmuş bir yarenlik vardır.
Kültürel varlıklarımız, yer altındaki madenlerden çok daha kıymetlidir. Çünkü bizi bu topraklara bağlayan, derinlere gizlenmiş cevherler değil; güneşte parlayan çiniler, gölgede soluklanan çınarlar, taşlara kazınmış hatıralardır. Onları korumak, sadece geçmişi muhafaza etmek değil; geleceğe bırakılacak izleri diri tutmaktır. Unutmayalım: Toprağın üstü, toprağın altını var eden ilk niyettir. Cevher, sadece maden değil; bazen bir çocuğun oynadığı minare basamağı, bazen bir ninenin gölgesinde dua ettiği avludur.
Fakat Leylo Deresi, bir zamanlar şairlere ilham, âlimlere huzur veren o berrak kaynak, artık dinamitlerin hoyrat ellerine emanet. Derenin bağrında artık şarkılar değil, patlama sesleri yankılanıyor. Haberlere göre, bir deprem gibi gelen sarsıntı, evlerin ve dükkân vitrinlerinin camlarını yerle bir etmiş. Cami Kebir’in camları bile bu hışma dayanamamış.
Bu haberi okuduğumda, içimde yüzyıllık bir dağ yarıldı sanki. Her cam kırığı, bir hatıranın sessiz çığlığıydı; geçmişim tuzla buz oldu, çocukluğumun gülüşü un ufak, babamın sesi bir boşlukta yankılandı, annemin bakışı küllenmiş bir sobanın camında dondu kaldı. Sordum kendime: Bunca özlemi, bunca yarayı nasıl olur da böyle hoyratça savurduk rüzgâra?
Ve son soru şu oldu: Nasıl bir anlayış, bu toprağın ezgisini, taşların dili olan sessizliğini duyamaz? Nasıl bir göz, dağları kendi evladı gibi görmezden gelir?
Hoyrat ellerin pençesine düşen bu topraklar, artık bize ait değil. Kimseye haber vermeden, sabah ezanı gibi sessizce geliyor; akşam ezanı gibi derinden sarsarak, arkalarında zifiri karanlıklar bırakarak çekip gidiyorlar. Bu yalnızca dışarıdan gelen bir yıkım değil; içimizde büyüyen vurdumduymazlığın, suskunluğun ve göz göre göre çekilen vicdan uykusunun eseridir. Servet ve makam uğruna ruhunun sesini boğan her kudret sahibi, bir gün o susturduğu sesin, elinde bir feryatla kapısını çalacağını bilmez. Ama hayat, her suskunluğu bir yankıya dönüştürür. Ve o yankı, yola çıkmış bir hesap gibi, er geç dönüp sahibinin yüreğine çarpar. 07.05.2025 Sancaktepe