MEVLEVÎ ÂYİN-İ ŞERÎFİ

Tasavvuf yolu, görünmeyen bir nehir gibidir; sessizce akar, yüzeydeki dinginliğe aldanan gözlerin fark edemeyeceği derinlikler taşır. Sadece kalbinin gözünü açabilenler, bu nehri seyrederken içindeki hikmeti duyumsayabilir. Bu yolun yolcuları, iç dünyalarında kopan fırtınaları dışarıya yansıtmazlar; tıpkı gül gibi... Dikenlerini gizleyip yalnızca kokusunu sunan bir gül gibi. En kolay görünen şey, belki de en büyük maharettir: İçte yaşanan hâli gizleyebilmek, kalbe doğan sırları örtebilmek... Zira herkes bilir ki bu sırlar açığa çıktığında, yolun kemâl hali bozulur, bâtınî seyrin latif çizgileri zedelenir. Kalbin penceresinden taşan her sır, özün selametine dokunabilir; bir damla suyun, saf bir kristali çatlatması gibi.
Tasavvuf yolunun temel taşlarından biri, sâlikin (yolcunun) iç dünyasında yaşadığı manevî hâllerin sadece kendisine ve mânevî rehberine ait kalmasıdır. Zira herkese açık bir hâl, sır olmaktan çıkar. Henüz tomurcukken koparılan bir çiçek gibi, vakitsizce ifşa edilen manevî tecrübeler de olgunlaşamaz; solmaya mahkûm olur. Çünkü bu yol, sabırla açılan bir gül bahçesini andırır; aceleyle değil, vakarla, huşû ile yürünür.
Bu manevi yolculukta asıl olan, yolcu ile rehberi arasındaki görünmez fakat kopmaz bağdır. Bu bağ, bir dervişin kandiline rehberin elinden damlayan ilâhî nur gibidir. Rehber, yolcunun iç âlemine ışık tutarken; yolcu da o nurla kendi nefsini yoğurur, arıtır, damıtılmış bir ruh haline gelir. Lakin bu dönüşüm, zorlamayla değil; ihtiyarla, yani gönüllü bir teslimiyetle mümkün olur. Çünkü tasavvuf, irade ile açılan bir kapıdır; mecburiyetle değil, arzu ile girilen bir hikmet bahçesidir. Bu bahçede yürüyebilmek ise doğrudan yolcunun kabiliyetine, sabrına ve teslimiyetine bağlıdır. Bunu, hakikat yoluna adım atan her yürek bilir.
Türk tasavvuf geleneği, kendine has hâlleriyle kadim bir irfan hazinesidir. Bu zenginliklerin en nadide örneklerinden biri Mevlevîliktir; Selçuklu’nun zarafetinden Osmanlı’nın ihtişamına kadar uzanan geniş bir tefekkür ve sanat mirasının taşıyıcısıdır. Mevlevîlik, sadece bir yol değil; bir medeniyetin kalp atışıdır. Bıraktığı miras, Türk kültürünün ruhunu şekillendirmiş; musikîden mimariye, edebiyattan ahlâka kadar uzanan geniş bir etki alanı oluşturmuştur.
Düşünüldüğünde, bir yolcunun hâlinin bir milletin irfan hayatına bu denli nüfuz edebilmesi, bu birikimin ne denli derin ve kuşatıcı olduğunu gösterir. İşte bu sebeple, yozlaşmadan gelişmek ve geliştikçe özünü unutmadan sahip çıkmak, bu irfânî mirasa verilecek en büyük selâmdır.
Son yıllarda, turist masalarına meze gibi sunulan manevî ritüellerin hoş karşılanacak ne gibi bir yönü olabilir? Ruhun en derinlerine ait hâllerin, bir sahne gösterisi gibi sergilenmesi hangi aklın ürünü, hangi vicdanın kabulüdür? Evet, daha fazla turist çekmek, turizmden daha fazla pay almak elbette doğrudur. Lakin bu uğurda, yüzyılların mahremiyetle yoğrulmuş irfanını ortaya saçmak, iç âlemin sırlarını vitrine çıkarmak, garabet değil midir?
Soruyorum: Hangi kilise, kendi kutsal ayinlerini aleni şekilde meydana taşır? Hangi ruhban sınıfı, manevî derinliğini gösteri malzemesi hâline getirir? Bugün, açık alanda görebildiğimiz yegâne Hristiyanî ritüel, Vatikan’da Papa’nın bir pencereden kalabalığı selamlamasıdır – o da sembolik bir güç gösterisinden ibarettir. Bir vakar, bir mesafe, bir temsil vardır bu tavırda; gösteriş değil, gösteren bir sükûnet.
Oysa bizde, gizli tutulması gereken hâllerin, artık neredeyse bir tiyatro dekoru gibi sahnelendiği günlere şahit oluyoruz. Sanki o hâlleri yaşıyormuş gibi davranan, lakin hâlin kendisinden fersah fersah uzak olan kişiler, tasavvuf erbabı olduğunu iddia ediyor. Ne garip bir çıkmazın içine sürüklendiklerinin farkındalar mı acaba?
Dahası, Mevlevî Âyîn-i Şerîf’i gibi derin bir manevî tecrübenin, devlet eliyle olur olmaz yerlere götürülüp sergilenmesi, hangi maslahatın gereğidir, anlamakta güçlük çekiyorum. Bu tavırla insanları –daha doğrusu turistleri– tasavvufa mı davet ediyoruz? Eğer niyet bu ise, soruyorum: Yol bu mudur?
Zira tasavvuf, pazarlık masasına konacak bir meta değil; kalbe inşa edilen bir sır odasıdır. Gönül inceliğiyle yoğrulmuş hâllerin, reklam panolarında sergilenmesi, bu yolun ruhuna yapılmış büyük bir saygısızlıktır. Her şeyin metalaştığı bir çağda, maneviyatın da gösteri nesnesi hâline gelmesi, içimizi sızlatan bir hakikat olarak önümüzde duruyor.