PTT ve MADEN

Haberleşmenin insanlık tarihi kadar eski olduğunu düşünmek zor değildir. Ateşin dumanıyla gönderilen işaretlerden, mağara duvarlarına kazınan sembollere kadar her çağda insan, sesini uzağa duyurma ihtiyacı hissetmiştir. Tıpkı yemek, su ve barınma gibi, iletişim de var olmanın bir parçası olmuştur. Bugün ellerimizde tuttuğumuz telefonlar, o binlerce yıllık arayışın son halkasıdır; yarının insanı ise kim bilir, hangi araçlarla sesini dünyaya duyuracaktır?

Devletler için haberleşme, sadece bir iletişim aracı değil, varlığın ve otoritenin sürdürülebilmesi anlamına gelir. Osmanlı Devleti’nin üç kıtaya yayılmış uçsuz bucaksız topraklarında, bir ucundan diğerine haber ulaştırmak bazen haftalar, hatta aylar sürerdi. Yüksek dağların, engin bozkırların ve çorak çöllerin arasında, bir postacının atının nalları tozlu yolları döverken çıkardığı ritim, aslında imparatorluğun kalp atışlarıydı. Her gönderilen mektup, bir emir, bir umut ya da bir hasretin yükünü taşırdı.

Ancak zamanla bu geniş topraklarda hızlı toprak kayıpları yaşanırken, devlet ileri gelenleri haberleşmenin gücünü fark etti. Düşmanlar daha hızlı haberleşiyor, karar alıyor, ordu sevk ediyordu. Bu farkı kapatmak gerekiyordu. İşte 1840 yılında, II. Mahmud döneminde atılan büyük adımla Posta Nezareti kuruldu. Bu yeni teşkilat, imparatorluğun damarlarına kan taşır gibi, ülkenin dört bir yanına düzenli bir haberleşme ağı örmeye başladı. Atların sırtında, develerin sabrında, yaya postacıların alın terinde bu ağın ilk iplikleri dokundu.

Yıllar ilerledikçe, dünya değişti. 1855 yılına gelindiğinde, Sultan Abdülmecid döneminde telgraf hatları Anadolu’nun dağlarını, ovalarını, köylerini birbirine bağlamaya başladı. Elektriğin titreşimleriyle iletilen her mesaj, yeni bir çağın habercisiydi. Artık bir emir günler içinde değil, dakikalar içinde ulaşabiliyordu. Devletin nabzı, ilk kez bu kadar hızlı atmaya başlamıştı.

O dönemde postacılara “tatar” ya da “ulak” denirdi. Rüzgârla yarışır, kar fırtınalarını, çöl rüzgârlarını aşarlardı. Kimi zaman bir mektubu göğsünde saklar, kimi zaman bir mührü canı pahasına korurdu. Bu fedakâr habercilerin hikâyeleri halkın dilinde destanlaşınca, “postacı” kelimesi dilimize yerleşti. Artık her posta torbasında sadece kâğıt değil, umut, sevgi, ayrılık ve hasret taşınır olmuştu.

Ve elbette, haberleşmenin görünmeyen kahramanları da vardı: bakır teller. İncecik bir çizgi gibi uzanan bu iletkenler, dağların arkasındaki bir sesi, denizlerin ötesindeki bir sözü taşıyordu. Her biri, insanlığın merakını, özlemini, bağ kurma tutkusunu bir ucundan diğerine aktaran sessiz kahramanlardı.

Bugün parmak uçlarımızla saniyeler içinde mesaj gönderirken, geçmişin o tozlu yollarında at koşturan postacıların sabrını ve kararlılığını hatırlamak, haberleşmenin aslında insanlığın ortak hikâyesi olduğunu bir kez daha gösterir.

Bakırın yurdu denildiğinde akla ilk gelen yer elbette Maden’dir. Tarih öncesi çağlardan bu yana, toprağının altındaki kızıl damarlarda hayat bulmuş bakır, bu bölgenin kaderini yazmıştır. Yapılan arkeolojik kazılar, dünyanın ilk bakır eritme işlemlerinin Maden topraklarında gerçekleştirildiğini ortaya koymuştur. Yani Maden, yalnızca bir ilçe değil, insanlığın metal işleme tarihindeki ilk ocağıdır.

Osmanlı’nın son yüzyılında Maden, imparatorluğun gözbebeği hâline gelmişti. Bunun nedeni, elbette topraklarının bağrında sakladığı bakır cevheriydi. Hatta Osmanlı Devleti’nin borçlarına karşılık gösterilen teminat maddelerinden biri, Maden’deki bakır üretiminden elde edilen gelirlerdi. Böylesine kıymetli bir bölgenin idari statüsü de zaman zaman değişikliğe uğramış, farklı dönemlerde farklı vilayetlere bağlanmıştır.

Ancak Maden’in değeri sadece yer altındaki zenginliğinde değil, yer üstündeki tarihî mirasında da gizlidir. Çevresinde yapılan arkeolojik kazılar, bu bölgenin binlerce yıllık bir yerleşim geçmişine sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle Maden’in koruma altına alınması bir tercih değil, bir tarih borcudur. Bu düşünceyi abartılı bulanların, tarih bilincinden mahrum olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü on bin yıllık bir yerleşimi korumak, vatan sevgisinin en sade, en samimi şeklidir.

Maden, telgraf tellerinde kullanılan bakırla haberleşmenin kalbine yerleşmiş, aynı zamanda en eski posta teşkilatlarından birine sahip olmuştur. Fakat bugün o köklü postanenin yıkılıp yerine yenisinin yapılmaması, insanın içini burkuyor. Deprem konutları bir bir yükselirken, Maden’in başka bir yere taşınmak istenmesinin sebebi hâlâ anlaşılamıyor.

Kısa vadeli, kişisel çıkarlara dayalı bir anlayış; tarihe, tabiata ve insana düşmanlıktır. Her vatansever, bu duruma sessiz kalmamalıdır. Çünkü Maden, binlerce yıldır dağlarıyla, vadileriyle barış içinde yaşamış bir yerdir. Eğer bu şehir tarih boyunca ayakta kalabilmişse, bunu sırtını dayadığı o dağlara borçludur.

Şimdi Maden’i, o dağlardan koparıp başka bir yere taşımayı düşünmek, insanın dilinin söylemeye, yüreğinin kabullenmeye varamadığı bir düşüncedir. Hazır arsası bulunan yere yeni bir PTT binası yapmak gerçekten bu kadar mı zordur? Bu kadar mı masraflıdır? Yoksa taşınmanın arkasında başka bir plan mı vardır? İnsan düşünmeden edemiyor...

Unutulmamalıdır ki Maden, dağlarıyla Maden olmuştur.
Ve Madenli, dağlara her zaman dost kalmıştır.