VALİ

Valilik, devletin taşradaki en yüksek makamıdır. Ancak bu görev, yalnızca idari bir pozisyon olmanın ötesinde; milletin vicdanı, tarihi ve kültürel hafızasıyla kurulan hayati bir köprüdür. Vali, Cumhurbaşkanı’nın ve bakanların sahadaki sesi, gözü ve yüreğidir. Yüzyıllardır farklı coğrafyalarda benzer yapılarla varlığını sürdüren bu kurum, merkezin sınırlı erişim imkânları karşısında yerinden yönetimin güçlü bir cevabı olarak doğmuştur. Günümüzde de etkin ve duyarlı kamu yönetiminin temel direklerinden biri olmaya devam etmektedir.

Yeni bir yönetim modeli ortaya çıkmadıkça, valilik uzun yıllar devlet aklının sahadaki temsili olmaya devam edecektir. Ancak bu görevdeki kişi, ya hakkaniyet, cesaret ve adaletle görevini yapacak; ya da sorumluluktan kaçıp günü kurtarmayı seçecektir. Birinci yol onurla tarih sayfalarına yazılır, ikinci yol ise unutulmaya mahkûmdur.

Kütüphanemde yıllardır baş köşede yer alan “50 Ünlü Vali / Meşhur Valiler” adlı kitap, yalnızca bir tarih kaynağı değil; idari liyakatin, kamu vicdanının ve vefa duygusunun da sessiz bir tanığıdır. 1966 yılında, dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın talimatıyla hazırlanan bu eser, Tanzimat’tan itibaren öne çıkan 50 valinin biyografisini sunar. Genç yöneticilere rehber olması amacıyla kaleme alınan bu kitap, bana da anlamlı bir vesileyle ulaştı. Merhum bir valimizle gerçekleştirdiğim bir sohbet sırasında, bir hatıra ve emanet olarak bana takdim edildi. O günden bu yana, bu kitap benim için yalnızca bir metin değil; zamanlar arası kurulan bir vefa zincirinin halkası, manevi bir miras haline geldi.

Kitapta yer alan valiler, sadece unvanlarıyla değil; halkla kurdukları samimi bağ, gerçekleştirdikleri kalıcı hizmetler ve taşradaki insanın gönlüne dokunan yönetim anlayışlarıyla hatırlanıyor. Mithat Paşa, Süleyman Nazif, Halil Rıfat Paşa, Ahmet Vefik Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa gibi isimler yalnızca idareciler değil, aynı zamanda fikir ve adalet önderidir.

Tarih boyunca birçok vali örnek yönetim sergilemiş olsa da özellikle Ahmet Vefik Paşa çok yönlülüğüyle öne çıkar. Çevirmen, tarihçi, edebiyatçı, tiyatro yazarı, sözlük yazarı ve kültür adamı olarak Türk fikir hayatına damgasını vurmuştur. Bursa Valiliği sırasında tiyatro salonları açtırmış, Türk dilinin sadeleşmesi için önemli adımlar atmış ve halkla kurduğu doğrudan temasla örnek bir yönetici profili çizmiştir. Onun idare anlayışı, yalnızca kamu hizmetiyle sınırlı kalmamış; kültürel kalkınmayı da bir kamu görevi saymıştır. Bugün hâlâ fikir dünyamızda dolaşan eserleriyle hafızaları diri tutmaktadır.

Ne yazık ki günümüzde, bırakın tiyatro yazmayı; tiyatroya gitmek bile bazı yöneticiler için lüks sayılabiliyor. Oysa Ahmet Vefik Paşa’nın çizdiği çerçeve, valiliğin yalnızca yönetim değil; aynı zamanda toplumun kültürel gelişimine rehberlik eden bir pozisyon olduğunu hatırlatıyor. Özellikle Harput gibi tarihî şehirlerde bu hassasiyet çok daha önemlidir. Geçmişte burada görev yapan valiler arasında, sanata ve sanatçıya değer verenlerin yanı sıra, bizzat sanatla uğraşan isimler de vardı. Harput’un derin tarihî mirası, büyük ölçüde bu kültürel duyarlılıkla korunmuş ve taşınmıştır.

Bir vilayetin kalkınması ve gelişmesi elbette ciddi planlama ve imkânlarla mümkündür. Ancak göz ardı edilen sanat ve sanatçı her zaman ilgiye, desteğe ve sahip çıkmaya muhtaçtır. Bunu gerçekleştirmek ise gönül ehli idarecilerin vicdanına kalmıştır.

Bugün Harput’ta yeniden ayağa kaldırılan Esediye (Arslanoğlu) Camii, yalnızca mimari bir yapı değil; Türk sanatının, estetik zevkinin ve tarihi duyarlılığın yaşayan bir numunesidir.

Özellikle Halil Rıfat Paşa, Sivas Valiliği döneminde sergilediği vizyon ve iradeyle devlet aklının sahaya nasıl yansıması gerektiğini göstermiştir. “Gidemediğin yer senin değildir” sözü, sadece etkileyici bir vecize değil; aynı zamanda sahici bir yönetim anlayışının özüdür. Yol, sadece taş ve toprakla örülü değildir; halkla kurulan bağın, hizmetin ve adaletin de yoludur. Onun yöneticilik serüveni, bugünün idarecilerine de adeta İbn Haldun’un Mukaddimesi gibi bir ayna tutar.

1909 yılında Diyarbakır’da yayımlanan Peyman gazetesinde Ziya Gökalp, “Diyarbakır Nasıl Bir Vali İster?” başlıklı yazısında ideal valiyi şöyle tarif eder:

“Diyarbakırlı, her iyiliği hükümetten bekler. Vali, hükümetin canlı ruhudur. Bu vilayette vali olacak kişide güçlü bir yürek, parlak bir zihin ve sağlam bir irade olmalıdır.
Öyle bir yürek ki, korku ve öfke yerine sevgiyle dolu;
Öyle bir zihin ki, taklitten uzak, yenilikçi ve aydınlık;
Öyle bir irade ki, tereddüt etmeden kararlı olmalıdır.”

Bu ifadeler, valiliğin sadece bir makam değil; bir zihniyet, bir bakış biçimi, bir temsil biçimi olduğunu ortaya koyar. Bugün bazı yöneticiler siyasi kaygılarla görev yapsa da hâlâ vazifesini vicdanla sürdüren, halkın duasını alan valilerimiz vardır.

Bu tanım, bugün Elâzığ Valisi Numan Hatipoğlu’nda somut bir karşılık buluyor. Kitabı okuyup okumadığını bilmiyoruz; ancak Harput’un tarihine, kültürüne ve insanına gösterdiği ilgi ve hassasiyet, Gökalp’in satırlarını yaşatan bir yönetişim anlayışına işaret ediyor. Harput, adeta zamana direnen bir mabet gibi yeniden ayağa kalkıyor. Arslanoğlu (Esediye) Camii’nin küllerinden doğarak yükselmesi, sadece taşların değil, bir şehrin ruhunun da onarıldığını gösteriyor. Artık Harput semalarında yalnızca ezanlar değil, geçmişin sesi ve hafızası da yankılanıyor.

Elbette, Maden Cami Kebir ve Aksaray Camii gibi eserler hâlâ risk altında. Ancak Sayın Hatipoğlu’nun samimi ve adanmış çabası, bu kültürel mirasların geleceğe taşınmasında umut vadediyor. Onun yaklaşımı, geçmişi sadece anmakla kalmayan; onu geleceğe taşıyan bir köprü kuruyor. Harput’un yorgun ama vakur topraklarına duyulan bu bağlılık, yönetimin en yüce hali olan adanmışlıkla anlam kazanıyor.

Valilik, taşraya inen bir emir değil; halktan yükselen bir sese kulak vermektir. Bazen bu ses, eski bir caminin kubbesinde yankılanır; bazen de bir valinin samimi çabasında hayat bulur. Ve işte o zaman, tarih yalnızca geçmişin aynası değil; geleceğin haritası olur.