YAVUZ BÜLENT BAKİLER

Adını ilk duyduğumda gençliğimizin başlarındaydım. Üsküp’ten Kosova’ya adlı, hacmi küçük ama bizde büyük bir heyecan uyandıran kitabını büyük bir duygu yoğunluğu ile okumuş, daha sonra şiirleriyle de etkilenmeye başlamıştık. Okul kantininde okuduğumuz “Ben Antepliyim” şiiri bizi nedense çok coştururdu. Sonraki yıllarda şiir kitabı Ana’yı koltuğumun altına alıp yanımda taşıdığımı hâlâ hatırlıyorum.

Kendisini katıksız bir Türkçü ve Turancı olarak bilirdim. İlk tanışmamızda ikimiz de heyecanlanmıştık; zamanla samimiyetimiz derinleşti. Çocukluğuna ve gençliğine ait hatıralarını anlatırken dili daima temiz ve özenliydi; hiçbir kelimeyi eksik bırakmadan, sürçmeden konuşurdu. Hatiplik yeteneği de bu titizliğini yansıtıyordu. Konuşmalarında “e”, “ı”, “şey”, “yani” gibi tekerlemelere hiç yer vermezdi. Bu yeteneğin Allah vergisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim; gerçekten iyi bir hatipti.

Turan ülküsünün yılmaz savunucusuydu. Türkistan’da yaşadıklarını anlatırken gözlerinden yaş geldiğini görmek beni derinden etkilemişti. Osman Yüksel Serdengeçti’nin yanında yetişmişti; bunu sık sık anlatır, Serdengeçti ile olan bağını büyük bir gururla paylaşırdı. Turancılık ve Türkçülük anlayışını babasından miras almıştı. Babası Serdengeçti’ye gidip onu tanıtmış ve Yavuz Bülent Bakiler, hep onun yanında kalmıştı. Serdengeçti hakkında yazdığı bir kitabı bana okutup eleştirmemi istemişti; yaptığım eleştirileri beğenmese de aramızdaki muhabbet ağabey-kardeş ilişkisi gibi hep devam etti.

Birlikte televizyon programlarındaki konuşmacıları ve konuşmalarını eleştirmiştim. Başlangıçta eleştirilerimi beğenmedi; daha sonra bir kafede uzun bir tartışma yaptık. Tartışmadan sonra telefon görüşmeleri de sürdü, ama fikirlerinden vazgeçmedi. Bu durum, onun düşünceye bağlılığını, açık sözlülüğünü ve kendi görüşüne olan güvenini bir kez daha gösterdi.

Hicaz Seyahati kitabım basılmadan önce, kitabın taslağını okumuş ve uzun bir önsöz yazmıştı. Zaman zaman başarıları ve bilgi birikimiyle bende her zaman büyük bir saygı uyandırdı.

Bir zamanlar TRT ve diğer televizyonlarda yaptığı sayısız programların ortak paydası, daima Türk ve Türk dünyasıydı. Onun için ekran sadece bir gösteri alanı değil, milletin gönlüne dokunacak bir kürsüydü. Saatler akşamı gösterdiğinde, insanlar çaylarını ellerine alır, televizyonun karşısına geçer ve onun sesini beklerlerdi. Çünkü konuştuğu zaman sanki ekrandan değil, doğrudan kalpten kalbe seslenirdi.

En büyük çalışmalarından biri hiç şüphesiz Sözün Doğrusu adlı programdı. Sadece beş dakika sürerdi; ama bu beş dakika, dilin kudretini en yalın ve en etkili hâliyle ortaya koyardı. O pürüzsüz Türkçesiyle, kelimeleri bir inci gibi dizer, en sıradan görünen hataların ardındaki büyük kültür kaybını izleyicinin gözleri önüne sererdi. Diyebilirim ki, o dönemde bütün Türkiye bu programa kilitlenmişti. Küçük esnaf dükkânında, öğrenci yurdunda, öğretmenler odasında ya da bir evin oturma salonunda, herkes aynı anda o sesi dinlerdi.

Dil, onun için yalnızca bir iletişim aracı değil, milletin ruhu, hafızası, hatta varlık sebebiydi. Konuşmalarında hep bu hakikati vurguladı. Ona göre Türkçe’yi doğru konuşmak, yalnızca bireysel bir titizlik değil; aynı zamanda millete karşı bir sorumluluktu. Bu inanç, yalnızca kürsüdeki hitabetine değil, kitaplarının satırlarına ve şiirlerinin dizelerine de yansımıştı. Her kelimesinde Türkçe’nin berraklığını, her dizesinde bu toprakların sesini duymak mümkündü.

“Sivas’ta Ulu Cami Avlusunda” en çok etkilendiğim şiirleri arasındadır. O şiirde yalnızca taş avlunun sessizliğini değil, Anadolu insanının yorgun ve çileli hayatını da bütün gerçekliğiyle hissedersiniz. Soğuk kış sabahlarında ekmeğini kazanmak için çırpınan, yazın kavurucu sıcağında alın terini toprağa karıştıran o insanların sesi, Yavuz Bülent’in dizelerinde yankılanır. Çoğu kişi bu yönünü bilmez ama o, kelimenin tam anlamıyla bu toprakların evlâdıydı; ruhuyla, diliyle ve kalemiyle Anadolu’ya bağlıydı.

1980 öncesinde ve sonrasında da politikaya adım attı. Türk Ocakları Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Onun için politika makam, mevki ya da kişisel çıkar demek değildi; tek kaygısı Türk dünyasına nasıl hizmet edebileceğiydi. Ancak her defasında beklentileri boşa çıktı, idealleri siyasetin dar kalıplarına sığmadı. Bu yüzden hep sükûtu hayale uğradı.

Yazdığı kitapların milyonlarca Türk tarafından okunduğunu tahmin etmek zor değildir. Çünkü eserleri yalnızca bilgi değil, ruh taşırdı. Yavuz Bülent’in kitapları kolay okunurdu; ama o kolaylık, yüzeysellikten değil, kelimelerinin berraklığından kaynaklanırdı. Kitap sayfalarını çevirdikçe sizi içine çeker, adeta kendi yolculuğuna ortak ederdi. Bir bakarsınız Sivas sokaklarında yürüyorsunuz, bir bakarsınız Buhara’nın dar sokaklarında ezan sesiyle irkiliyorsunuz.

Ve kitabı bitirdiğinizde kendinizi bambaşka bir âlemin parçası olarak bulurdunuz. O âlemde Türkçe daha berrak, tarih daha diri, hatıralar daha canlıydı. Kaleminin açtığı kapılardan geçerken hem kendinizi hem de milletinizi yeniden keşfeder, bunun huzuruyla dolardınız.

İnşallah öteki âlemde de mutlu olursun, Yavuz Bülent Bakiler. Senin kelimelerin bu dünyada bizi birbirimize bağladı; orada da ruhunu huzura kavuştursun.