'Vahşi kapitalizm' terimi, kapitalizmin denetimsiz, acımasız ve emek sömürüsüne dayalı yönünü ifade eder. Bu kavramı ilk kullanan kişi kesin olarak bilinmemekle birlikte, temelleri Karl Marx’ın kapitalizm eleştirilerine dayanır. 19. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin ardından ortaya çıkan bu eleştiriler, Papa XIII. Leo’nun Rerum Novarum adlı belgesinde de yankı bulmuş; 20. yüzyılda ise özellikle Doğu Avrupa’da uygulanan ani serbest piyasa politikalarıyla daha görünür hâle gelmiştir. Türkiye’de ise 1980 sonrası dönemde, neoliberal politikalar bağlamında sol görüşlü aydınlar ve siyasetçiler tarafından sıkça kullanılmış ve kamuoyunda yaygınlık kazanmıştır. Merak edenler, bu kavramın tarihsel serüvenine dair kaynaklara başvurarak daha fazla bilgi edinebilirler. Ancak bu terimi kim ortaya attıysa, çağımızın ruhunu en berrak biçimde tarif etmeyi başarmıştır.
Ne var ki, bu eleştiriler yalnızca bir dönemin ekonomik sistemini tanımlamakla kalmaz; aynı zamanda bugünün toplumsal ve siyasi iklimine de ışık tutar. Siyasi ve ideolojik ayrışmaların artık bir anlam ifade etmediğine inanmak istiyorum. Çünkü ahlak temelli, idealizm kokan retoriklerle yola çıkan pek çok siyasi akımın, iktidara geldiklerinde nasıl bir dönüşüm geçirdiklerini açıkça görmekteyiz. Vahşi kapitalizm tam da böyle bir şey: Ahlakın rafa kaldırıldığı, paranın tek gerçek olarak hüküm sürdüğü bir zaman dilimini şanssız bir şekilde yaşıyoruz. Bu ahlaki çöküş ve güç saplantısı yalnızca ekonomik sistemle sınırlı değil; uluslararası ilişkilerde de aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Ellerindeki nükleer güç sayesinde birbirlerine kafa tutabilen devletler, dünyayı kendi aralarında paylaşıyor; geri kalan ülkelere ise adeta şu mesajı veriyorlar: 'Bizim verdiğimize razı olun, yoksa sonucuna katlanırsınız.' Bu, küresel düzlemde dayatılan görünmez bir sopa; modern dünyanın, yeni düzene uyum sağlamaya zorlananlara karşı kullandığı bir tehdit aracıdır.
Geçmişte kaçırdığımız fırsatların sonuçlarına bugün katlanmak zorundayız. Tarih işte böyle bir şey. Bir zamanlar dünyaya nizam vermiş bir millet, burnunun dibindeki hadiseye müdahale edemez hâle gelmişse, bu sadece güç kaybı değil, aynı zamanda irade erozyonudur. Mobilize güçlerin sahaya sürülmesiyle sanki kararlı bir tavır alınıyormuş gibi verilen mesajların ne anlama geldiğini zalimler çok iyi biliyor. Bu nedenle, vahşi kapitalizmin görünmez sopası muktedirlerin başında sallanmaya devam ettikçe, adaletin sesi bastırılacak; sahici bir duruş her geçen gün daha da imkânsız hâle gelecektir.
Bu işin sonu ne olacak, zulüm nereye kadar sürecek? Elbette zulüm ebedî değildir. Zalimler, zulümlerini icra edecek uygun ortamı bulduklarında bundan vazgeçmeyeceklerdir; bu konuda şüpheye yer yoktur. Fakat asıl mesele, bizim ne kadar adil olduğumuzdur. Önce kendimize karşı adil olmamız, ardından da insanlar arasında güvenilir ve tutarlı bir adalet anlayışıyla hareket etmemiz gerekir. İşin en zor kısmı da zaten budur: Adaleti önce kendi içimizde kurmak ve bunu dışarıya yansıtabilmek. Cemiyeti ayakta tutacak olan yegâne unsur adalettir. Adaletsiz toplumlarda dayanışma, merhamet ve sevgi gibi insani değerlerin yeşermesi zordur. En büyük insani değer adalet olduğuna göre, önce onun tesisi gerekir.
Değerlerimize sıkı sıkıya sarılmak, gerçek adaletin ve toplumsal direncin temel taşıdır. Nükleer güç gibi maddi silahların ötesinde, insanlığı bir arada tutan ve güçlendiren en tesirli silah budur. Değerlerimize bağlı kaldığımızda; sevgi, saygı ve güven gibi manevi güçlerle donanırız. İşte o zaman, en güçlü teknolojik silahlara da sahip olmamız anlam kazanır; çünkü asıl güç, insanın kendi içinde filizlenir ve dış dünyaya yansır. Sonrası ise, dayanışma ve kararlılıkla şekillenen daha aydınlık bir geleceğin inşasıdır.
Unutmayalım, en büyük silah yine de adalettir. Bu silahın karşısında direnen hiçbir güç yoktur."