Öyle bir propaganda var ki, sanki vatandaşın bir eli yağda bir eli balda. Kimsenin hiçbir şeye ihtiyacı yok. Herkesin işi var, kimse fukaralık çekmiyor, yoksulluk tarihe karışmış kadar çok paramız var ki fazlasını Suriyelilere, Afganlılara dağıtıyoruz. Yardıma muhtaç Türk bulamıyoruz.

Gerçek tabi ki böyle değil, ama bunu kime anlatacaksınız. Her gün onlarca kanal yalan haberlerle milleti efsunluyor. Onlara göre dünya açlıktan kırılıyor, bir tek Türkiye rahat. Bu yalan kanallarına göre enflasyon diye bir şey yok. Pahalılık ise muhalefetin uydurması. Her şey güllük gülistanlık.

Ne yazık ki, yaşadığı sefaletin bile farkında olmayacak kadar zihnen çökertilmiş insanlar var. Bu iktidarı en çok alkışlayanlar da onlar. Evine ekmek, çocuğuna süt götüremeyenler iktidara övgü düzmek için yarışıyor, yalanla avunuyorlar. Geçen gün bir sokak röportajında izlemiştim: İlkokul mezunu bile olmadığını söyleyen bir hanım, "20 yıl yanlışlarına rağmen bir partiyi desteklemek putperestliktir" diyordu. Ne kadar doğru bir ifade! Yanlışlarına rağmen bir partinin peşinden gitmek artık onu putlaştırmaktır.

Göremediğimiz, belki de görmek istemediğimiz o kadar sefalet, mağduriyet, yoksulluk tabloları var ki, insan duyunca içi yanıyor. Önceki gün duyarlı bir arkadaşım anlattı, onun ağzından aktarıyorum: "Geçen hafta Cuma namazı için İzzetpaşa camisine gittim. Gittiğimde ezan okunuyordu. Cemaatin bir kısmı dışarıdaki sergilerde namazı bekliyordu. İçeride yer yoktu, dışarıda namaz kılmaya da soğuktan cesaret edemedim. Ayakkabılığın bulunduğu giriş kısmında namaza durmaya karar verdim. Ezan okundu, namaza durduk, ayakkabı rafları tam karşımda. İster istemez ayakkabılık gözüme çarpıyor. Sünneti bitirip oturdum. Hutbe'yi beklerken gözüme bir spor ayakkabısı çarptı. Oturmuş olduğum için raflardan biraz öne çıkan ayakkabının tabanını görebiliyordum. Baktım ayakkabılardan bir tanesinin altında ceviz kadar, diğer tekinde fındık tanesi kadar delik var. Çok etkilendim. Bu soğukta bu yağmurda bunu giyen birinin çok yoksul biri olduğu belliydi. Hutbeyi nasıl dinledim, farzı nasıl kıldım anlayamadım. Namaz boyunca bütün zihnim bu ayakkabı ve sahibi ile meşgul oldu. Mutlaka bir şey yapmam gerektiğini düşündüm. Önce içine bir ayakkabı parası bırakayım dedim, sonra ya başkası alırsa diye vazgeçtim.  Öyle mi yapayım, böyle mi yapayım derken en doğrusu bekleyeyim sahibi gelirse kendisine takdim edeyim dedim. Ayakkabılık kısmı yol ağzı olduğu için farzı kılıp kenara çekilip bekledim. O geldi bu geldi ama ayakkabı sahibi bir türlü gelmedi. Ben öyle beklerken birileri caminin güvenliğine," galiba birinin ayakkabısını çalmışlar, girişte öyle bekliyor" demişler. Güvenlik geldi, beni tanıdı yok bir şey dedim. Tam o anda ayakkabı sahibi de çıktı, 19-20 yaşlarında tertemiz yüzlü uzun boylu bir delikanlı. Yaşlı birine bazı şeyleri kabul ettirmek kolaydır da şimdi ben bu gence nasıl kabul ettirecektim? Genç ayakkabısını giydi, çıktı, gittim kolundan yakaladım, avucumda sakladığım parayı eline tutuşturdum. Bunu al kendine bir ayakkabı al dedim. O mümin yüzlü genç ne yaptıysam ne kadar yalvardıysam vermek istediklerimi kabul etmedi, biz kardeşiz dedim, birbirimize karşı sorumluluklarımız var dedim, yok, kabul etmedi, içimde büyük bir üzüntü bırakarak gitti. Kim bilir ne kadar böyle gencimiz var. Asaletine hayran oldum, ama almamasına da çok üzüldüm."

İşte size Elazığ'dan Türkiye'ye bir yoksulluk ve asalet manzarası. Her şey iyi demekle olmuyor. Bu topraklarda sefaletini içine gömen o kadar insan var ki? Biz her şey iyi dedikçe onlar sefaletleri, sahipsizlikleri ile baş başa kalıyor. Âmâ gerçek çok farklı.