Her yıl, 05 Haziran 2024 gününü, “Dünya Çevre Günü!” olarak idrak etmeye çalışırız.

05-11 Haziran 2024 tarihleri ise “Çevre Koruma Haftasıdır!”

 ‘Çevre’ kavramı ancak 1970’li yıllardan sonra giderek önem kazanmaya başladı.

1972 yılında İsveç’in Stokhol kentinde yapılan BM Çevre Konferansında, alınan bir kararla

5 Haziran günü, “Çevre Günü” olarak kabul edilir. Bizde ise 1920 tarihinde kurulan “Bayındırlık bakanlığı” 13 Ekim 1923 tarihinde, “İmar ve İskân Bakanlığı…” 29 Haziran 2011 tarihinde, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ismini alır.  Günümüzde, ‘Çevre’ ve ‘Şehircilik’ birlikte anılmaya başlanılır.

Bizde, ‘Hızlı Şehirleşme’ 1980’lerden sonra kendisini gösterir.  Batı dünyası, Sanayi Devrimini 18 ve 19. yy’larda gerçekleştirir. Bizde, ‘Şehir’ ve ‘Sanayi’ kavramı 1980’li yıllardan sonra birlikte ifade edilmeye başlanır. Türkiye’mizde, ‘Belediye Hizmetlerinde de…’ değişimi gözlemliyoruz. Bu değişim, ‘Sosyal Belediyeciliği…’ ön plana çıkarmaktadır. Bu değişim, “yaşanabilir kent…” kavramını da önümüze getirmiştir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, Türkiye’de, ‘çevre’ ve şehircilik’ kavramlarında bir zihniyet değişikliği, insani değerlerimizle paralel olarak gelişen bir ihtiyaçtır.

Hadis, “Kıyametin kopacağını dahi görseniz elinizdeki çekirdeği (fidanı) dikiniz!”

“Yollardan, insanların geçişine (kullanımına) engel olacak şeyleri kaldırınız!”

“Dört özellik peygamberlerin özelliklerindendir, 1. Güzel koku sürünmek, 2. Dişleri fırçalamak,

3. Utanabilmek, 4. Evlenmek” Namazın şartları arasında, ‘iç ve dış temizliği’ yer alır. Bir büyük zat ne diyorlar, “İnsanda, arz gibidir…”

İnsan, kâinatın özü veya özetidir. Doğayı korumak bir bakıma insanı korumak gibidir…

Bir söz vardır, “Sular yükselince balıklar karıncaları yer. Sular çekilince de, karıncalar balıkları. Bugünkü üstünlüğüne güvenme! Kimin, kimi yiyeceğine “suyun akışı” karar verir.”

Çevre, dünde ve bugün de kontrol etmediğimiz/ veya etme nezaketini gösteremediğimiz bizim/ bizleri hem iç ve hem de dış dünyası.  Maalesef bugünlerde, bazı şeylerin ‘yasını…’ tutuyoruz! Bir bakıma kendi öfkemizin, ‘ateşinde…’ yanıyoruz!

Çevre denince aklımıza; Denizler, dağlar, ovalar, nehirler, göller, yaylalar, ormanlar, çayırlar vs. birbiri ardı sıra gelir. Bütün bunlar, bir renk senfonisidir. Bütün bunlar, en doğal bir musiki albümüdür. Bütün bunlar, iç huzurumuzun parıltıları, yansımalarıdır. Günümüzde, şehrin kalabalığından, gürültüsünden daha sessiz ortamlara kaçmak isteriz…   

Dün doğa ile birlikteydik; bugün doğayı elimizden aldılar. Çocuklar, toprakla büyürdü. Onlara, toprağı da çok gördüler. Daha dün evlerimiz, ‘toprak kokardı…’ Binalarımız alabildiğine yükseldi! Yükseldik ama ‘değerlerden budanarak yükseldik!’ Yükselen binaların her biri sanki birer kibir abidesine döndü. Ecdattan/ dünden bizlere, tatlı hülyalarımız kaldı.  Daha dün, evlerimiz mütevazıydı. İnsan, aile, komşu ve çevre hukuku korunurdu. Nimetler paylaşılırdı.

Zorluklar birlikte aşılırdı, “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşurdu…”

Sıcaklık inerdi, bütün sokağa, mahalleye.  Bir ılık rüzgâr eserdi, tatlı hülyalarıyla! Bizim kültürümüzde vardı, ‘imece usulü…’ yardımlaşma, Dağlar/ çetin yollar aşılırdı, düz ovalara…

Doğanın o tatlı senfonisini dinlediniz mi? O dille belki Davut konuşur, Süleyman konuşurdu…

Suların şırıltısı, kuşların cıvıltısı, yaprakların hışıltısı, arıların vızıltısı, nehirlerin homurtusu…

O ses ahengi, günümüzde içerisinde yaşadığımız şehirlerin bütün gürültüsünden, bütün kalabalıklardan, endişelerden ve kaygılardan uzak, doğanın bağrında yaşanırdı…

Biz insanlar, doğayı kirlettik… Kirletmenin ötesinde, ‘yaşanmaz hale’ getirdik!

Ülkemizde ilk defa, 1978 yılında; “Türkiye Çevre Sorunları Vakfı…”  Sonrasında, ‘Çevre Müsteşarlığı’ kurulacaktır.  Yazımızın hemen başında da ifade ettiğimiz gibi, Haziran ayının ilk haftasını, “Çevre Koruma Haftası” ilan ettik.  Çevre bilinci, ‘derslere’ veya ‘okul müfredatlarında’ yer almaya başladı. Dev fabrikalar, onların kimyasal atıkları; ülkemizin gündeminde sıklıkla konuşulmaya, tartışılmaya başlandı… Yeşili katleden şehirler, yürek sancısı, ‘ölü denizler…’ bir uğultu gibi üzerimize çöker! Hüseyin Rahmi Gürpınar, “Uygarlık insanlarla doğanın arasını açmıştır…” Alexander Pope, “Bir ağaç, herhangi bir prensten daha soyludur” diyecekler. Dostoyevski, “Doğaya karşı işlenen bir suçun öcü, insan adaletinden daha zorlu olur” Falih Rıfkı Atay, “Her yıkıntı onarılır, doğanın yıkıntısı asla…”

Şurası şüphesiz ki, “Biz doğayı korudukça, doğada bizi korur…” Doğa, sağlığımızla, psikolojimizle ilintilidir.  İnsanlar; Suyu, havayı, çevreyi kirlettikçe, kendi hayatının da mutlaka kirlendiğini görmelidir…

Temiz bir ortamda, temiz bir doğada; ‘hastalık olmaz…’ ‘Küresel Kirlenme…’ bizim eserimiz. Buzulların erimesinde de, biz rolümüzü oynadık… “Gönüllerin çoraklaşması…” gibi, “Doğada çoraklaşır…” Yaşadığımız dünya, bizim aynamız, aynaya baktıkça, kendimizi görürüz…