Bir dönem Türkiye siyasetinin en çok konuşulan cümlelerinden biriydi: “Her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alıyoruz.” Bu cümle, ilk duyulduğunda evrensel bir eşitlik ve barış mesajı gibi algılandı. Ancak aradan geçen yıllar gösterdi ki, uygulamada bu söz yalnızca Türk milliyetçiliği üzerinde bir baskıya dönüştü. Diğer etnik kimliklerin aidiyet duyguları, siyasi söylemlerde kutsanırken; Türk kimliği, adeta bir suç gibi gösterilmeye başlandı.

Burada önemli bir çelişkiyle karşı karşıyayız: Eğer gerçekten her türlü milliyetçiliğe karşıysak, bu tavır tüm etnik kimliklere eşit mesafede durmayı gerektirir. Ancak son yıllarda gözlemlenen tablo, bu söylemin adeta bir tek yönlü silah gibi kullanıldığını ortaya koyuyor. Türk milliyetçiliği, “faşizm” yaftasıyla kolayca damgalanırken, diğer etnik kimliklerin milliyetçilikleri “özgürlük mücadelesi”, “hak arayışı” olarak sunuluyor.

Bu yaklaşım, ne çoğulculuğa ne demokrasiye ne de barışa hizmet eder. Zira bir milletin kendi kimliğini yaşama ve yaşatma hakkı, başkalarının haklarını gasp etmediği sürece kutsaldır. Türk halkının kendi tarihine, kültürüne ve değerlerine sahip çıkması, kimseye tehdit oluşturmaz. Aksine bu, sağlıklı bir toplumun temelidir.

Daha da önemlisi, bir toplumda tek taraflı bastırma politikaları ne geçmişte işe yaramıştır ne de bugün yarayacaktır. Türk kimliği, bu toprakların taşıdığı en kadim kimliklerden biridir. Onu baskılamak ya da yok saymak, toplumsal barışı değil, kutuplaşmayı artırır.

Sırrı Süreyya Önder’in vefatının ardından Türkiye yine ikiye bölündü. Kimileri onu bir “barış elçisi” olarak andı, kimileri geçmişteki söylem ve eylemlerini hatırlatarak eleştirdi. Ancak bu tartışmaların derininde yatan asıl mesele, “her türlü milliyetçiliğe karşıyız” söyleminin ne denli samimi ya da ne ölçüde seçici kullanıldığıdır.

Sırrı Süreyya Önder gibi figürler, ayrılıkçı ve terörü lanetleyemeyen siyasi hareketinin simge isimlerinden biri olarak, bu tartışmanın merkezinde yer aldı. Hayatının büyük bölümünde Türk devletine ve Türk kimliğine karşı eleştirel bir duruş sergileyen bir isme gösterilen yoğun “resmi” ilgi, bir kesimde haklı olarak şu soruyu gündeme getirdi: Acaba bir Türk milliyetçisi ölseydi aynı “saygı” gösterilir miydi?

Bu soru bile tek başına, ülkede kimlikler arasında nasıl bir çifte standardın oluştuğunu gösteriyor.

Türk kimliğine bağlılık her geçen yıl biraz daha itibarsızlaştırılırken, başka etnik kimliklerin aidiyet duyguları “hak” ve “özgürlük” kavramlarıyla cilalanıyor. Oysa barış, bir kimliği bastırmakla değil, tüm kimliklere eşit mesafede durmakla sağlanır.

Sırrı Süreyya Önder’in ölümünün ardından yaşananlar, bu ülkede Türk olmanın, Türk kalmanın ve Türk kalmaya çalışmanın ne kadar zahmetli bir hale geldiğini de gösterdi. Çünkü sadece etnik kimliğini savunduğunuzda demokrat, Türk kimliğini savunduğunuzda ise “ırkçı” ya da “faşist” ilan edilme riskiyle karşı karşıyasınız.

Bu ülkede barış, kimliklerin bastırılarak değil; hakikatin cesurca konuşulmasıyla inşa edilir. Ve hakikat şu ki, bir halkın kimliğini ayaklar altına almak hiçbir zaman özgürlük getirmez.

Elbette Türk milliyetçiliği de eleştirilebilmelidir. Ancak bu eleştiri, diğer tüm kimliklerle eşit koşullarda ve eşit hassasiyetle yapılmadığı sürece samimi olamaz. Bugün yapılması gereken şey, kimlikleri bastırmak değil, haklar ve sorumluluklar temelinde herkesin eşit yurttaşlar olarak yaşadığı bir hukuk düzenini inşa etmektir.

Gerçi geçtiğimiz gün, 3 Mayıs Türkçülük Günü olması hasebiyle milliyetçiler günü mü Türkçülük günü mü kavramı arasında da sıkışanlar oldu. Türklüğü merkeze alan bir günü “herkese yaranma” telaşıyla sulandırmak, bu fikrin kendi vatanında yabancılaşmasına katkı sunmaktan başka bir şey değildir. Oysa Türk milliyetçiliği; bir ırkın üstünlüğü değil, bir milletin varlık mücadelesidir.

Gerçek adalet, hiçbir kimliği ayaklar altına almadan herkesin onurunu koruyabilmektir.

Büyük Elazığspor taraftarının geçtiğimiz 3 Mayıs tarihinde tribünlerde hep bir ağızdan söylediği gibi “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” diyerek takımımıza da Play-Off karşılaşmalarında başarılar dilerim.