Avrupa, Amerika ve Kanada’ da ömrünün yarısından fazlasını yaşamış bir dostum ile İstanbul’da caddede yürüyorduk. İstanbul’ un trafiği herkesin malumudur. Daha yağmur yağmadan haberi duyulunca trafik allak bulak olur. Hava güzel olur yine trafik felç olur. Niçin trafik yoğunluğu olduğunu kimse bilmez. Mutlaka bir sebebi vardır. Eskiden nüfus sayımı yapıldığı zamanlarda sokağa sadece görevliler dışarı çıkabilirlerdi. Görevli araçların dışında araçların trafiğe çıkmaları yasaktı. Böyle bir günde uçak pisti gibi olan yollar bomboş olur ancak ne hikmetse o boş yollarda iki aracın çarpıştığı haberini ben okumuştum. Bunlar hepimizin bildiği konulardır. Elbette İstanbul’ un trafiği ile sizi yormayacağım.

     Avrupa görmüş dostumdan bazan hatıralar dinlerim. Sorarsam veya merak ettiğim konularda bana yaşadıkları ile bilgiler verir. Aralık ayının son haftalarında hafif yağmurlu kapalı bir havada uzun bir yürüyüş yapmak istedik. Keşke yürümez olsaydık. Varmak istediğimiz yer mesafe olarak 1.5 veya 2 km kadardı. Tahmin ettiğiniz gibi araçların arasından kaldırımlardan adeta cambazlık yaparak geçtik. Bu sırada kaldırımlarda park eden araçları geçmeye çalışırken araçların aynalarına zarar vermemek için kültür fizik hareketleri yapar gibi bir sağa bir sola kıvırarak ilerlemek zorunda kaldık. Kaldırımlarda döşenen taşların düzgün döşenmemesi ile çukurlar oluşmakta veya yerinden oynayan taşların altına biriken sular siz ayağınız bastığınızda taşın altındaki su yüzünüze kadar sıçrar üstünüz çamur deryasına döner. Bu sırada yanınızdan hızla geçen bir aracın su birikintisine girerken sıçrattığı sudan da nasibinizi almanız mümkündür. Ben bu durumdan çok nasiplendim. Avrupa, Amerika görmüş dostuma sormak zorunda kaldım. Oralarda da böyle durumlar var mı? Araçların insanların yürüyeceği yere park etmeleri mümkün değil. Kaldırımlar insanlar için yapılmıştır. Bisiklet dahi geçemez. Tam bu sırada kaldırım üzerinde park eden araçların arasından geçmeye çalışırken birkaç tane kurye motosiklet arkalarında sepetleriyle arkamızdan geldiler. Park etmiş araçların arasından geçmeye çalışan sadece onlar değildi. Biraz sonra elektrikli scooter üzerinde biz araçların arasından nasıl kıvırarak yürümeye çalıştıysak oda aynı şekilde ilerledi. Bereket bisiklet yoktu. O da olsaydı tamam olacaktı. Dostum konuşmaya devam ederken bunlar oluyordu. Kaldırımların asfalttan çok yüksek olmadığını ancak hiçbir aracın bisikletin kendilerine ayrılan yerin dışında durmadıklarını hele park asla yapmadıklarını söyledi. Tam bu sırada tekerlekli sandalyeli bir vatandaşımız karşı yola girmek istiyordu. Ancak geçebileceği yere son model bir araç park etmişti. Çevredekilerin yardımı ile vatandaşımız karşı yola gidebildi. Dostum anlattı. Şehrin birinde belediye başkanı yol hizmetlerinden sorumlu müdürünü çağırmış ve ona şu talimatı vermiş. Başkan ‘senin gözlerini bağlayacağım. Eline de bir adres vereceğim. Bu odadan çıkarak gözleri bağlı olarak bu adrese gideceksin ben de seni orada bekleyeceğim. Gözlerim bağlı nasıl gideceğim deme. Gözleri görmeyen vatandaşlarımız var biz onlara hizmet edebilirsek diğer vatandaşlarımıza hizmet etmiş oluruz’ demiş. Bu gerçekten olmuş mu? eğer olmuşsa doğru bir iş yapılmıştır. Dostumun anlattıklarından anlaşıldığına göre hemen her faaliyet ve iş insan nasıl rahat eder üzerine kurgulanmıştır. İmar faaliyetin amacı insanın rahat bir hayat sürmesi içindir. Kaldırımları insanın rahatça yürüyemediği bir şehrin varlığına şehir denilir mi? Üniversitelerin şehircilik bölümleri mezunları iş arıyorlar mı? Belediyeler üniversite mezunu gençleri istihdam ediyorlar mı? Ediyorlarsa şehir planlamasında istifade ediyorlar mı? Soruları çoğaltabiliriz.

     Dağ dere tepe demeden her yeri betona boğduğumuz bir zaman içindeyiz. Bu gidişle Allah korusun bir kıtlık vaki olursa çimento yiyeceğiz. Yeşil parkların toprak zeminleri yerine betonla doldurulmasının insani bir tarafı var mı?  İnsana ve tabiat ilişkisini keşfederek ilerlemek insan olmanın gereğidir.