Cumhuriyet yalnızca bir yönetim biçimi değildir; bir zihniyet devrimidir.
Bir milletin küllerinden yeniden doğuşudur.
Ve en çok da, kadının toplumdaki yerini değiştiren, ona kimlik, saygı ve özgürlük kazandıran bir aydınlanma hareketidir.
29 Ekim 1923’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Türk Milleti’nin karakterine ve adetlerine en uygun yönetim Cumhuriyettir” diyerek çağın en büyük dönüşümünü başlattı. Cumhuriyet’in ilanı, sadece siyasi bir karar değil; yıllar süren savaşların ardından yorgun düşmüş bir milletin yeniden umutla ayağa kalkmasıydı.
Bu yeni düzenin en büyük kazanımı ise hiç kuşkusuz kadınlar oldu.
Cumhuriyet’ten önce Türk kadını, eğitimde, siyasette, hatta sosyal hayatta çoğu zaman görünmezdi.
Birçok hakkı elinden alınmış, sesi duyulmayan, potansiyeli bastırılan bir toplum yarısıydı kadınlar.
Ancak Cumhuriyet ile birlikte, tarihte benzeri az görülen bir değişim yaşandı: Kadınlar artık vatandaş oldular.
Atatürk, kadın haklarını sadece bir “iyilik” olarak değil, çağdaş bir toplumun temel şartı olarak gördü.
Ona göre bir toplum, kadınlarını geri bırakarak asla ilerleyemezdi.
Bu düşünceyle 1926’da Medeni Kanun kabul edildi; kadınlar evlilikte, mirasta ve toplumsal yaşamda erkeklerle eşit haklara kavuştu.
1930’da belediye seçimlerinde seçme hakkı, 1934’te ise milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı.
O dönemde dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde bile kadınlar hâlâ bu haklara sahip değildi. Türk kadını ise artık meclisteydi, kürsüdeydi, fabrikada, okulda, gökyüzünde, sahnede yerini alıyordu.
Bu sadece bir yasa değişikliği değil; bir sessiz devrimdi.
Cumhuriyet’in ilk yılları, güçlü kadın hikâyeleriyle doludur.
Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak göklere imzasını attı.
Afet İnan, tarih biliminin ve kadın mücadelesinin öncüsü oldu.
Halide Edip Adıvar, kalemiyle bir ulusun vicdanı oldu.
Tiyatroda Bedia Muvahhit, sahnede kadın olmanın onurunu taşıdı.
Köylerde, şehirlerde binlerce isimsiz kadın, Cumhuriyet’in getirdiği fırsatlarla okuyarak, çalışarak, kendi ayakları üzerinde durarak ülkesini aydınlattı.
Cumhuriyet sayesinde kadınlar artık yalnızca evinin değil, ülkesinin de geleceğini şekillendiren bireyler oldular.
Kız çocukları için okullar açıldı, eğitim hakkı anayasal güvenceye alındı.
Kadın öğretmenler, köy köy dolaşarak bilgi götürdüler; kadın doktorlar, hemşireler toplumun her kesiminde şifa dağıttı.
Bugün Cumhuriyet’in ikinci yüzyılındayız.
Kadınlar artık bilimde, sanatta, siyasette, sporda, hayatın her alanında söz sahibi.
Ama unutmamamız gereken bir gerçek var: Tüm bu kazanımlar, kendiliğinden olmadı.
Cumhuriyet kadınlarının mücadelesi, alın teri ve azmiyle kazanıldı.
Her 29 Ekim’de dalgalanan bayraklar, sadece bir zaferin değil, bir kadın devriminin de sembolüdür.
O bayrağın altında Şerife Bacı’nın kar kış demeden cephesine mermi taşıyan elleri, Nezahat Onbaşı’nın cesareti, Halide Onbaşı’nın kalemi vardır.
Cumhuriyet, kadınlara “yolun açık olsun” dedi.
O yol, zorluklarla, mücadelelerle ama umutla doluydu.
Bugün bizler, o yolun devamındayız.
Kız çocuklarının özgürce okula gittiği, kadınların düşüncelerini korkmadan dile getirdiği, emeğinin karşılığını aldığı her an — Cumhuriyet’in bize bıraktığı miras yeniden hayat buluyor.
Atatürk’ün şu sözünü unutmayalım:
“Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.”
Ve gerçekten de öyle oldu.
Cumhuriyet’le birlikte kadın yükseldi.
Ve o yükseliş, bu toprakların en gururlu hikâyesi oldu.
Yaşasın Cumhuriyet!
Yaşasın Türk kadını!
Yaşasın aydınlık yarınlar!
Sevgiyle kalın…