Yerel seçimlere az kaldı. Gördüğüm kadarıyla adaylar tek tek er meydanına çıkıyor…

Bu doğal bir durum ama doğal olmayan bir şey var ki, 50 yıldır hep aynı tip kişileri belediye başkanı olarak görmeyi tercih ediyoruz.  İlk, orta, lise, üniversite eğitimi derken neredeyse otuz yıllık avukatlık yaşamım içerisinde Elazığlının hep aynı yönde takdir haklarını kullandıklarını görüyorum. Sonucunda ise sanat, kültür, tarih, kent mimarisi, Harput ve öteki tarihsel yerlerin korunmasının da sürekli geriye gidişini gözlemliyorum. Yani kişiler değişse de zihniyet aynı kalıyor. Sanata, kültüre, mimariye, kent tarihine, kentin geçmişine bakış hiç değişmiyor. Çünkü ne çocukluğunda ne eğitim döneminde bu bilince ulaşamamış bu kişiler için bu alanlar öncelik teşkil etmiyor.  
 
Daha önce de birkaç yazıda değindiğim gibi, bu hepimizin hatası... Şehrin bu duruma gelmesinde hepimiz suçluyuz. En çok da yetkin olmayan siyasetçileri seçerek onlardan yarar uman bizler; üniversiteye, kurumlara çöreklenmiş kültür ve bilimle ilgisi olmayan, siyasetle gelip de yine siyasetin rüzgarıyla varlığını sürdürenler; son 30-40 yılın yerel yöneticileri; öğretmenler, can çekişen yerel basın, millî ve dinî duyguları sömürenleri baş tacı edenler, bilime, akla, geçmişe, kültüre yüz çeviren bizler, herkes, evet herkes, hepimiz suçluyuz, sorumluyuz…
 
Harput’taki başta belediye binasını, cami, çeşme, ev, konak, kilise demeden tüm öteki yapıları parçalayıp, mezarları yok ederek, yapıların ve mezarların taşlarını, kalıntılarını kente taşıyıp buradaki inşaatlarda kullananlardan tutun da, cumhuriyet döneminin en görkemli yapılarından Elazığ belediye binasını yıkıp yerine gökdelen yaptıranlara kadar, Harput’tan Elazığ’a göçen, oradan da başka yerlere giden acımasız terk edişleri gerçekleştirenler, geçmişi belleklerden silmeler, unutup gitmeler gibi, Harput’u ve kültürünü yazgısıyla baş başa bırakan tüm Elazığlılara, Harputlulara kadar, hepimiz...
 
Profesör Dr. Nevzat Çevik’in yazdığı gibi eskinin o naif insanları, medreseleri, okulları, camileri, kiliseleri, hamamları, hanları, çarşıları, evleri ve malikâneleri inşa ederken, Türk mimarisinin en seçkin örneklerini sunarak kenti güzelleştirmişler, bu binalarda yaşayan, yerli, yabancı, azınlık, Müslüman herkes toplumun yaşam felsefesini ve hoşgörüsünü düşünsel anlamda arşa çıkarmışlardı.
 
Kültür, sanat, müzik, han, hamam, konak vb. insanla anlam kazanır. İnsan ise düşüncesiyle... Tüm bu değerler insanlığın ortak malıdır. Üstünde yaşadığımız toprağın geçmişine ilişkin ne varsa korumak hepimizin boynunun borcudur.
 
Bu bilinci vermesi gerekenler, öğretmenler, üniversite hocaları, siyaset adamları, yerel yöneticiler olmalıyken bizdekiler bu konuda ne ürettiler, ne verebildiler ki? Bir düşünün, neden bu geriye gidiş, bu çoraklık neden?
 
Sako Mahallesi, Hüseynik, Nailbey, Kültür, İcadiye, İzzetpaşa gibi mahalleleri dolaştığımda, Harput’a her çıktığımda, Satveti Milliye’de, eski Turan gazetesinde, Yeni Fırat dergisinde, Altan dergisinde okuduğum eski Harput’u eski Elazığ’ı arıyorum. O yazılan, yaşanılan ancak mazide kalmış güzel günleri... O an içim sanki sevdiklerime kavuşma heyecanı ile doluyor ama hemen gerçeklerle yüz yüze geliyorum.
 
O eski heyecan, o kültür, o insanlar, o evler, o konaklar, caddeler, sokaklar, o aydın beyinlerdeki ışık ya da nur, o neşe neredeler? Neden bu çoraklık?
 
Tüm bunların yanıtı ilk paragrafta gizli... Bu kenti ve kültürünü biz yok ettik, geleceğini biz karattık. Biz, geçmişte mezar taşlarını söken, yapıları yok eden büyüklerimizden, çakıl taşı bile sökülmeyecek o kutsal mekâna bugün betonarme diyanet külliyesi ve oteli dikenlerden daha çok suçluyuz.
 
Sığ söylemlerle, Harput’un kadim kültürlere ev sahipliği yaptığından hamasetle söz edip tarihsel dokuyu hoyratça tahrip eden zihniyetimizin her yanı "muhafazakâr" ve "milliyetçi" olsa ne yazar... Muhafazakârlığımız dar zihnimizi muhafaza etmekle kalır. Hepsi bu.
 
Bu zihinlerle kent kültürü oluşamaz. Bizdeki kent kültürü, köy kültürünün şehre taşınmış halidir. Bürokratı, avukatı, doktoru, belediye başkanı, mülki amiri, aydını, kasaba kültürünün içinde çıkmıştır. Kentli değildir. Köyler kentlere aktıkça kentin yerlileri kaçmış, kentin kültürü giderek taşra kültürü özelliği kazanmıştır. Bu özellik, din-iman soslarıyla ağızlarından bal akıtan ve kendilerine kanaat önderi gibi görünüm vermeye özen gösterenlerin önderliğinde günümüzde zirveye ulaşmıştır.
 
Suçlunun biz olduğumuz fikrinin temelinde toplumsallaşamamak, toplumsallaşamamanın sonucu olarak da kurumsallaşamamak gelmektedir. Giderek beton ve teneke yığınına dönüşen kentimizin, ileri kültür değerleri üreten merkezler niteliği kazanamaması bu durumda doğaldır. Kentler öncelikle betondan ya da başka bir şeyden değil insandan oluşur. Kent önce insanıyla kenttir. O zaman önce bizim bu bilince ulaşmamız gerekiyor zira uygar insan yaşamı köylerden önce kentlerde mayalanır. İnsan evrensel bilince ancak kentin olanakları içinde kavuşabilir.
Bir kenti ötekilerden ayıracak en önemli şey, nitelikli insandır, derinlikli kültür değerleridir. Gün suçumuzu kabahatimizi fark edip de hatadan dönme bu bilince erişme günüdür. Çünkü kentlerin ölümü insanın ölümünden daha acıdır.
 
9.9.2023