Günler, gücümüzün yetmeyeceğini bile bile tutunmaya çalıştığımız meselelerin arasında eriyip gidiyor. Öyle oyalanıyoruz ki bazen, elimizden kayıp giden hakikatin sıcaklığını fark edecek hâlimiz kalmıyor. Kasım boyunca İstanbul’un üzerine çöken ağır gökyüzü, solgun bir yüzle mevsimi uğurlayan sonbaharın yerine kışı buyur ederken, sokak lambaları daha öğle vakti utangaç bir ışıkla yanmaya başlıyor. Binaların tepelerine sürtünerek alçalan bulutlar, sanki şehrin üzerine sessiz bir yorgunluk indiriyor. Yağmur ise pencereye usulca vuran bir el gibi; her damlası, yıllar önce saklanan bir hatıranın kapısını aralıyor. Yine de bütün bu koyu havanın ardında, insanın içini hiç beklemediği anda ısıtacak küçük bir ışık kırıntısı bir yerlerde sabırla bekliyor.
Gündelik hayatın diğer yüzü ise başka türden bir ağırlık taşıyor. Ev kiraları her ay biraz daha yükselirken, ulaşım ve pazar masrafları sessizce çoğalıyor; insanın omzuna görünmeyen yükler ekleniyor. Üstelik uzak-yakın coğrafyalardan gelen savaş uğultuları, sokak aralarına sinmiş hüzünlü bir haber gibi şehrin havasını koyulaştırıyor. Bu duygu, yoğun bir sis gibi göğse çöküyor; nefesi yarıda bırakan, insanın içini usulca sıkıştıran bir baskıya dönüşüyor.
Yine de bütün bu karanlık havayı dağıtmaya çalışanlar var. Gönlünü kelimelere yatıran, yüzlerce sayfaya sabrını, bilgisi ve emeğini işleyen insanlar… Kimi zaman “Onca çaba boşa mı gidiyor?” diye içlerinden geçirdiklerini hissetsem de biliyorum ki geleceğe bırakılan küçük bir iz bile gün gelir sessiz bir teşekkürle karşılığını bulur.
Tam da bu düşüncelerle boğuşurken, 30 Kasım’da düzenlenecek bir kitap tanıtım toplantısına davet edildim. İlk anda içimden bir ses fısıldadı: “Bu soğukta kim gelir ki?” Buna rağmen merakın çekiştirdiği bir yolcuydum; metro kalabalığına karışıp, metrobüsün camlarına vuran yağmuru izleyerek, rüzgâra teslim olmuş şemsiyemi sıkıca kavrayıp yola koyuldum.
Salona attığım ilk adımda gördüğüm manzara, az önceki düşüncelerimin yanıldığını yüzüme vurdu. Boş salonla karşılaşmayı beklerken, yazarını sevgiyle çevreleyen sıcak bir kalabalığın ortasında buldum kendimi. İnsanlar birbirlerine yaklaşmış, yüzlerinde heyecanın ince bir kıpırtısı dolaşıyordu. O an anladım ki bu topluluk yalnızca bir kitabı değil, kitabın ardındaki emeği, uzun yılların biriktirdiklerini onurlandırmak için oradaydı. İçimde hafif bir mahcubiyet belirdi; sanki biraz önceki karamsarlığım için kendi kalbimden özür dilemeliydim.
İstanbul İl Nüfus Müdürü Rabia Babaoğlu, yıllar boyunca zihninde ve kalbinde taşıdığı hikâyeleri sonunda sayfalara emanet etmişti. Salonu dolduran o içten kalabalık, emeğinin karşılıksız olmadığının en canlı işaretiydi. Dışarıda kasımın soğuk rüzgârı uğulduyordu ama içeride insanın içini sessizce ısıtan bir sıcaklık dolaşıyordu.
Yazarın önünde uzayan imza kuyruğuna bir süre sonra ben de karıştım. “Herhâlde en son gelen benim,” diye düşünürken, arkamdan yükselen uğultu beni şaşırttı. Kalabalık daha da büyümüş, koridor salonun dışına taşmıştı. Demek ki geç kalan yalnız ben değilmişim. O kadar insanın kısa sürede kitaplarını imzalatabilmesi başarılabilirse —doğrusu— bu, küçük bir mucize sayılacaktı.
Sıra ağır ağır ilerlerken aşina yüzlerle ettiğimiz kısa sohbetler salona bambaşka bir hava yayıyordu. İçeri adım atan herkes, dışarıdaki hayatın ağırlığını sanki kapıda bırakmıştı. Ortamda insanın içine işleyen sıcak bir hâl, ortak bir heyecan, yumuşak bir uğultu dolaşıyordu; uzun bir kışın ortasında ansızın rastlanan küçük bir bahar parçası gibiydi.
Rabia Babaoğlu, yıllardır iş takibi için gelen vatandaşları o alışıldık mütebessim çehresiyle karşılayan biri… Kapıya telaşla yaklaşanların yüzlerindeki endişeyi bir bakışta okuyup çözen; neden yapılamayacağını tatlı bir dille anlatan, insanı incitmeden ikna eden bir zarafeti var. Sanki konuştuğu kişilerin yalnızca işlerini değil, gönüllerindeki ağırlığı da hafifletiyor. Gerektiğinde sorumluluk sınırlarının ötesine uzanıp çözüm arayışına giren; karşısındakinin yükünü omuzlarından alır gibi davranan bu hâl, kaleme aldığı hikâyelerin satır aralarında da açıkça hissediliyor.
Nüfus müdürlüğü yapmak demek, sadece evrak düzenlemek değil; milletin derdini, sevincini, öfkesini, umudunu bizzat yüzüne bakarak dinlemek demek. Babaoğlu’nun tavırlarında bu birikimin izleri belirgin: Resmiyetin soğuk yüzünün ardında insanın içini ısıtan bir anlayış, derin bir sezgi ve her an tetikte duran bir insanlık duygusu var. Onun yanında insanlar yalnızca işlerini halletmiyor; görünmez bir ağırlığın üzerlerinden kalktığını hissedip geniş bir nefes alıyor.
Yaşadıklarını bir “olay listesi” gibi değil, bir “ruh hâli atlası” gibi yazmış. Sayfaları çevirdikçe yalnızca halkımızın sosyolojik dokusunu değil, yüzyıllardır birbirimizi ayakta tutan o derin millet irfanının içinde gezindiğinizi hissediyorsunuz. Bu irfan, bireysel bir beceriden ibaret değil; toplumun damarlarında dolaşan, görünmez bir ağ gibi herkesi birbirine bağlayan müşterek bir bilgelik. Onun gözünden okuduğunuz her hikâye, insanların birbirine nasıl yaklaştığını, nasıl destek olduğunu, ortak hayat bilincini hangi görünmez bağlarla taşıdığını berrak bir şekilde ortaya koyuyor.
Ama yalnızca iyiliğin izlerini göstermiyor; ucuz çıkarların peşine düşüp toplumun güven duygusunu incelten davranışların sonuçlarını da görünür kılıyor. Bir tek bencil adımın bile dayanışmayı nasıl zayıflattığını, insanlar arasındaki bağı nasıl gevşettiğini fark ediyorsunuz. Bu yüzden Babaoğlu’nun hikâyeleri hem umut hem uyarı taşıyan küçük işaret fişekleri gibi… Kimi zaman gülümseten, kimi zaman düşündüren, akıcı ve duru bir dille yazılmış sahici metinler. Öyle ki, usta hikâyecilerin yanında dursa hiç sırıtmıyor; hatta ileride yazacakları için sağlam bir temel oluşturduğu izlenimini uyandırıyor.
Kitabın adı olan “Katıksız”, sadece bütün eserin değil, içindeki hikâyelerden birinin de özünü taşıyor. Gündelik dilde pek çok anlama savrulabilen bu kelime, aynı adlı hikâyede tek bir manaya indirgenerek okurla sarsıcı bir berraklıkla buluşuyor. Yirmi bir hikâyeden oluşan kitapta yalnızca onunun doğrudan nüfus müdürlüğüyle ilgili olduğunu fark ettiğinizde, yazarın mesleki çerçevesini çoktan aşmış bir sezgiye ve derin bir insan bilgisine sahip olduğunu görüyorsunuz. Diğer hikâyeler, insanın en saklı hâllerine kadar uzanan bir dikkat ve inceliğin izlerini taşıyor. Gündelik hayatın kimi zaman hüzünle ağırlaşan, kimi zaman hafif bir tebessümle aydınlanan ayrıntıları, sayfalara neredeyse görünmez bir zarafetle işlenmiş. Okur, metnin ruhuna dokunduğunu anlamak için hiç çaba göstermiyor; çünkü hikâyeler duygularını sessiz, fakat kalpte uzun süre yankılanan bir musiki nağmesiyle okuyucunun içine bırakıyor.
Bu hikâyeler öyle bir dil ve ustalıkla yazılmış ki, en yetkin mizah ve hikâye yazarlarının arasında rahatlıkla kendine yer bulabilir. Yazar bir bürokrat değil de yalnızca edebiyata yönelmiş biri olsaydı dahi, özellikle nüfus müdürlüğüyle ilgisi olmayan o on bir hikâye bunu kanıtlamaya yeterdi. Her bir anlatı, yalnızca bir hayatın değil; yılların biriktirdiği sessiz gözlemlerin, insanı çözmeye çalışan derin bir sezginin ürünü.
İlk on hikâyede karşımıza çıkan insanlar, hayatın her yanından gelip devlet kapısında soluğu alan kimseler:
Kimi hakkını, alacaklının borçlusundan hesap sorar gibi arıyor; kimi evde tıkanıp kalmış bir huzursuzluktan kaçıp nüfus müdürlüğünün koridorlarını bir sığınak sanıyor. Loş bir odanın soğuk ışığı altında kendiyle baş başa kalmış bir baba ise, kimsesi olduğu hâlde içten içe büyüyen kimsesizliğini susturmak istercesine bütün evlatlarını nüfus kaydından düşürmeye çabalıyor. Yazar bu sahneleri öyle zarif bir dille aktarıyor ki okur, o koridorlardaki ayak seslerini, memurun önündeki dosyaların hışırdayışını, bekleyen insanların nefeslerinde biriken sabırsızlığı neredeyse işitir gibi oluyor. Bu nedenle hikâyeler, okuru hem düşündürüyor hem de kimi zaman bir tebessüme, kimi zaman derin bir hüzne sürüklüyor.
Devlet memurunun gündelik hayatta karşılaştığı olaylar, dışarıdan bakıldığında sıradan görünebilir. Oysa bu deneyimlerin içinde hem insan ruhunun direnci hem de toplumun görünmez dinamikleri saklıdır. Bir memurun yaşadıklarını, tanık olduklarını ve hislerini kaleme alması, çoğu kişinin fark etmediği bir dünyanın kapılarını aralar. Okur, bu hikâyelerde yalnızca işleyişi değil; zor zamanlarda insanın nasıl ayakta kaldığını, sabrın ve sağduyunun hangi şartlarda filizlendiğini de görür.
Her hikâye masa başında sürdürülen bir görevin ötesine geçer; insan ilişkilerini, beklentileri, küçük kırgınlıkları ve hayal kırıklıklarını süzerek anlamlı bir hayat kesiti sunar. Yakın bir dostun sessizce anlattığı tanıdık hakikat gibi… Bu nedenle kitap, okuru hem alışıldık hem de çoğu zaman gözden kaçırdığı bir yüzleşmeye davet eder. Hikâyelerin akışı, okuyucuyu olayların içine doğru çeker; bir anda kendinizi bir kapının önünde beklerken, başka bir anda ise bir imzanın ardında gizlenen heyecanın içinde bulursunuz.
Bu tecrübelerin kitap hâline gelmesi, kişisel bir tanıklığın çok ötesindedir; sessizce yaşanıp unutulmuş hayatların gölgelerinden yükselen bir çağrıdır. Yazar, hikâyelerin arasına kendisini de katarak halkın görünmez hayatlarının bir parçası hâline gelir; böylece okura geniş bir pencere açar, anlamlı yaşanmışlıkları sunarken mesajını aktarmaktan da geri durmaz. Okur, satır aralarında yalnızca bir memurun dünyasına değil, kendi içinin derinliklerine, susturulmuş düşüncelerine ve unutulmuş duygularına da rastlar. Ve sonunda kendini, görünmez bağlarla birbirine tutunan büyük insan topluluğunun küçük ama derin anlam taşıyan bir parçası olarak yeniden keşfeder.
Ve bütün bu güçlü anlatıları, Takıntı kitabında bulabilirsiniz. Kitap, Alfa Yayın Grubu tarafından yayımlanarak okurla buluşturmuştur.
Genel dağıtım: Alfa Basım Yayım Dağıtım San. Tic. Ltd. Şti.
Alemdar Mahallesi, Ticarethane Sokak No.15, 34110 Cağaloğlu/İstanbul
Tel: 0 212 511 5003 | www.alfakitap.com