Eski tarihlerde “Edebiyatta Elazığ-Harput” başlığıyla bir şeyler karalamıştım. Bu yazı, internet sayfalarında yayımlanınca emekli bir büyüğümüz beni arayarak kendisinden hiç söz etmememe şaşırdığını, Elazığ ile ilgili araştırmaları, şiirleri olduğunu, hatta şimdi de yeni çıkan bir romanı olduğunu belirterek, kendisinin olmadığı bu çalışmamı kınamıştı.

Ona, yaptığım işin, tümüyle ülkede adı sanı bilinen Kemal Tahir, Ferit Edgü, Şemsettin Ünlü, Tahir Abacı, Orhan Kemal gibi yazarların yazdıklarında bizim yöremizi anlatan bölümlere yer vermek olduğunu anlatamadım, kendisinin edebiyat dünyasında bir yeri olduğunu ısrarla, kitaplarının devlet kurumlarınca, okullarca, belediyece sahiplenildiğini, kısa sürede tükendiğini, Elazığ ve edebiyat denilince mutlaka adının geçmesi gerektiğini uzun uzun anlattı.

Aklıma takıldı. Kitaplarının tükenmesi, çok satması, yazınsal değeri ya da değersizliği gösterir miydi? Yazın değeri çok satmayla ilgili olabilir miydi acaba?

Edebiyat yaşamında çok tartışılan, güncelliğini hiç yitirmeyen bir so­rudur bu. Yerelden çıkıp ülke sınırları içinde düşününce de aynı tartışma konuşulur.

Yayımlandığı günlerde yan­kılar uyandıran, gündelik koşullara göre oluşturulmuş yapıtlar, bir süreliğine çok satanlar arasında yer alabilir ama hiçbiri kalıcı değildir. Kapaklarda “20. Baskı”, “50. Basım” gibi sözlerle birlikte parıltıları gittikçe söner, yok olur, unutulur giderler. Ama yazın değeri olanlar, az bile satılsa, hep vardır, hep yaşarlar…

İnsan neden kitap okur? Ernst Fischer’ın “Sanatın Gerekliliği” adlı kitabının girişinde ne diyor, anımsayalım:  

“...Milyonlarca insan, kitap okuyor, müzik dinliyor, sinema­ya gidiyor. Neden? Oyalanmak, dinlenmek, eğlenmek istiyorlar demek, soruyu pekiştirmekten öteye gitmez. İnsanın bir başkasının hayatına, sorunlarına gömülmesi, kendini bir resim, bir müzik parçası ya da bir roman, oyun, film kişisi ile bir görmesi, neden oyalayıcı dinlendirici eğlendirici olsun? Belli ki kendini aşmak istiyor insan: Tüm insan olmak istiyor. Ayrı bir birey olmakla yetinmiyor, bireysel yaşamının kopmuşluğundan kurtulmaya, bireyciliğinin bütün sınırlılığıyla onu yoksun bıraktığı, ama onun gene de sezip özlediği, bir doluluğa, daha doğ­rusu daha anlamak bir dünyaya geçmek için çabalıyor…"

Hemşehrimiz merhum Emin Özdemir’in “Düşüncenin Canı” yapıtında da belirttiği gibi, çok satan kitapların hele de romanların çoğu, insandan, yaşamdan kopuktur, okuyanın tensel, kaba güdülerini kamçılayan dokusu vardır. Kurgusal örüntüsü estetikten uzaktır. İnsanı özgürleşti­ren, duyarlığını geliştirip keskinleştiren bir yaşantı kazandırma amacı yoktur, tam tersine bunların yaratıcıları; beğenisi, estetik anlayışı gelişme­miş kitlenin kavrama, alımlama sığlığıyla örtüşen sınırlı bir yazma yönte­mini sürdürürler. Dilleri yapay, sözde şiirsel ya da sözcükleri yorup soldurtan bir nitelik taşır.

Her gerçek roman yeni bir dünya, yeni bir yaşam sunar okuyanlara, bir bakıma bizi içinde sıkışıp kaldığımız dış dünyanın, gerçekler dünyasının dar boğazından çekip çıkarır da. Fischer’in dediği bireyselliğin dar sınırlarını aşmanın, tüm insan olmanın yolu da buradan geçer.

Emin Özdemir’in sözleriyle; yazınsal ve sanatsal yaratılarla beslenmemiş bir insan, varolu­şunun bilincine ulaşamaz. Kendi beninin duvarları arasında tut­saktır o. Çevresinde olup bitenlerin, çirkinliklerin, eşitsizlik ve haksızlıkların ayrımına varamaz. Kendine de çevresine de yaban­cılaşmıştır. Akıp giden yaşamın da doğanın da güzelliklerini duyumsayamaz. Günlerinin çölümsü bir havası vardır, durgun, devinimsiz.

Jean-Paul Sartre, Dostoyevski’nin, “Her insan, herkes karşısında her şeyden sorumludur,” sözünü açımlayarak dünyanın neresinde olursa olsun, ortaya çıkan haksızlık karşısında tepki göstermemiz gerektiğini belirtiyor ya, işte bu aslında hepimizin, insanlığın baş görevidir. Bu bilince de yalnızca yetkin bir sanatla, yazınla, estetikle erişebiliriz…