MUSİKİ CEMİYETİMİZ

 1980’den önceydi, evin içinde bağıra bağıra kendi çapımda türküler söyleyince, Babam zannetti ki ben de bir cevher var, müzik ruhu var. ‘’Gel oğlum bu cevheri ortaya çıharah.’’ Dedi, ben ise ‘’baba nasıl olacak, ne yapacaksın?’’ Deyince,  Babam; ‘’Oğlum seni Musiki Cemiyetine yollayam. Orada bir müzik aleti çalmayı öğrenirsin, hem de sesini terbiye ederler.’’ Dedi ve çağırdı Mahir Ağabeyi (Mahir DOK) ‘’Al bunu götür cemiyete.’’ Dedi. Mahir Ağabey aldı beni doğru cemiyete. Kar yağışlı bir geceydi, İstasyon Caddesi’ndeki cemiyet binasının dar ve tahta merdivenlerinden üst kata çıktık. Beni bir hocaya teslim etti. Hocam kim bili misiz? Sıkı durun sölim… Büyük Usta Esat KABAKLI…                                  Sazdır, sözdür, notadır, penadır derken, Esat hocam bana saz tutmayı, biraz da nota ile çalmayı öğretti. Öğretti öğretmesine de bende ilerleme yok…                                                                                              Kendi kendime deyim ki “oğlum sende müzik ruhu, müzik kulağı yok, senden bir halt olmaz. En iyisi mi bu işten vazgeç, yol yakınken dön. Öyle de yaptım. Dedim hocam kusura bahma, vaktini almayam. Hadi bana eyvallah. Sağ olsun Esat hocam da sezmiş olacak ki ısrar etmedi ve hayallerim sona erdi.

Peki, bu olayı neden anlattım? Orada geçen günlerimin bana bir faydası oldu mu? Evet oldu…                         Esat KABAKLI gibi değerli bir hocayla tanıştım ve bugün dahi yeri geldiğinde “Ben, Esat KABAKLI hocadan, ustadan, ders almaya çalışmış biriyim” diye hava atim. Onun beni hatırlaması zor, ama ben onu çok iyi hatirlim.

Diğer bir faydası ise bugünlerde 50. Yılı’nı kutlayan Musiki Cemiyetimizin kısa bir süre de olsa bir ferdi olmak, bana da nasip oldu. Yüzlerce hoca, yüzlerce talebe yetiştiren, musikide Elazığ’ımızın mihenk taşı olan cemiyetimizin 50. yılı kutlu olsun

***

BİRAZ DA BANA GÜLÜN
 

Onu eleştirik, bunu eleştirik…                                                                                                                                        Kırdıkları potları dilimize dolik ya…                                                                                                                              Hani derler ya ‘’Gülme komşuna gelir başına’’, işte benim de geçenler de böyle bir olay başıma geldi. Pot kırma gibi bir şey, hahtan duyacağıza yazam da benden duyun. Bir cumartesi gecesiydi. Televizyon kumandasını elime aldım ve yerel kanallara bahmaya başladım. Sürekli izlediğim iki program da aynı saatlerde olunca bir ona, bir öbürüne bahıp durim. Yani iki kanal arasında mekik dohim…                                                                                                                                                                                 Git- gel, kafam iyice karıştı, bu arada tuttum birine mesaj attım. Sağ olsunlar mesajlarımı genelde pas geçmiler. Mesajımı Kanal FIRAT’ta Zeki Bey’in programına yolladım. Programda iki de konuk var. Mevzu ise Harput ve Hüseynik. Sorum ise şu; ‘’Hüseynik’in adı niye değiştirilip Ulukent yapılmış, Tekrar Hüseynik yapılabilir mi?’’ Araya reklam girdi. Ben de beklim reklam bite de, Zeki Bey uzmanımız Sedat ÇAĞLAYAN Bey’e soruyu sora, cevap alam. Derken telefonuma mesaj geldi. Bahtım, gönderen Zeki Bey, sıkı durun mesajda ne yazmış bili misiz? Aynen şöyle; ‘’Abe program canlı değil banttan.’’ O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü ve oldum mu mosmor…                                                                         Allah’tan yanımda kimse yoktu da morluğu gören olmadı. Ben de içimden deyim ki helal olsun şu Zeki Bey’e, taa Kudüs’ten, İstanbul’dan daha dün geldi. Bilim, üstelik de hafiften rahatsızdı.                                  Yine de meslek aşkıyla akşam çıkmış TV’ye, iki de konuk almış program yapi…                                                                                  Meğerse program banttanmış, ben de canlı zannedip saf saf mesaj atim. Anlayacağız, o gece kendi çapımda büyük bir gafa imza attım. Nasıl gafım hoşuza getti mi? Hahdan duyacağınıza benden duyun. İşim mizah, yeri geldiğinde kendi mizahî durumumu da yazarım. Hep başkalarını eleştirecek değilim ya.

***

HAFTANIN FIKRASI:

Bir Karadenizli, bir Diyarbakırlı ve bir Kayserili ölmüştür.                                                                               Defnedildikten birkaç gün sonra bakmışlar ki Karadenizli mezardan çıkmış geliyor, herkes korkmuş…                                                                                                                                                       -Sormuşlar; ‘’Sen nasıl döndün?’’ Diye.                                                                                                                          -Demiş ki;  ‘’Öbür tarafta da işler buradaki gibi yürümiş, bastım 5000 Dolar’ı döndüm geldim…’’                           -Peki, öbür ikisi ne oldu demişler?                                                                                                                                       -Valla Kayserili ‘’3500 Dolar olmaz mı?’’ Diye pazarlık edidi.                                                                           Diyarbakırlı ise ‘’Ben vermem devlet versin.’’ Deyi.