EŞEK ARILARI   /    OĞUZHAN SARI

Eşek arıları, günümüzden binlerce yıl önce Antik Yunan’da yazılmış bir komedyanın adıdır. Yazarı Aristophanes, eski Yunan komedyasının en büyük temsilcisidir.

Aristophanes, eserlerinde toplumda gördüğü aksaklıklara, yanlışlıklara, olumsuzluklara taşlamalar yapar. Öyle ki oyunlarında eleştirdiği kişilerin adlarını değiştirme ihtiyacı dahi duymaz.

Eşek arıları adlı yapıtında ise yozlaşan yargı sistemine atıflar yapar ve alaycı bir dille yargıçlık sistemini eleştirir. Oyuna “Eşek arıları” adını vermesinin sebebi dönemin yargıçlarını eşek arılarına benzetmesindendir. Ona göre yargıçlar, bal üretemeyen eşek arıları gibi sadece sokan varlıklardır.

Tabi, Antik Yunan’da, adalet mekanizması ve yargı kurumu günümüzdekinden çok farklı bir şekilde işlemektedir. Her sabah mahkemelerin önünde bekleyen yurttaşlar o günkü mahkemede jürilik yapabilmek için isimlerini yazdırıp kuraya katılır ve kurayla belirlenen yurttaşlar jüride yer alırlar. Bir kişinin jüri üyesi olabilmesi için yurttaş, bir erkek olmak, yeter koşuldur.

Eşek arıları’nın kaleme alındığı dönemin Kralı, Atina’da halk meclisini kontrolü altına almak düşüncesiyle jürilere ilk defa ödeme yapılmasına karar verir ve yargıçlara 1 obolos ödenmeye başlanır. Daha sonra meblağ 3 katına çıkarılır. Bu durum zengin yurttaşların jürilik görevlerinden çekilmelerine yol açar zira bu parayı alabilmek için fakir yurttaşlar, sabahın erken saatlerinde mahkeme önlerine koşmaya başlarlar.  Davaların olmaması demek yargıçların geçinememesi demek olduğu için Atina’da davaların sayısında büyük bir artış olur. Bu durumu kullanarak para kazanmaya çalışan hatta bunu alışkanlık haline getiren gammazlar türer. Sonuçta jürilik bir geçim kapısı haline gelir.

Fransız devrimine tanıklık etmiş, ünlü düşünür Saint-Simon'da yeni toprak sahipleriyle eski rejimin derebeylerini tanımlarken bu ifadeyi kullanır. Onları Eşekarıları olarak tanımlar. Simon’a göre her iki aylak sınıf bal arıları diye isimlendirdiği gerçek emekçilerle ahlaksızca savaşmaktadır. Çıkarmış olduğu dergide “Parabol” ismini vereceği bir hicivle bu gruba taşlama yapar.

Şöyle der Simon;

“Tutalım ki Fransa bir anda en büyük elli fizikçisini, elli kimyacısını, elli fizyolojistini, elli mühendisini, elli şairini, elli fabrikatörünü, elli bankacısını… kaybetti. Ne olur? Bu üç bin üreticinin kaybı Fransa’yı cansız bir bedene çevirir. Şimdi de hükümdarın bey kardeşini, tüm kral ailesini, saray nazırlarını, mabeyincileri, sandalyeli, sandalyesiz bakanları, müsteşarların hepsini, din adamlarını, en zenginlerinden on bin toprak ağasını… Yani kibar bir hayat süren on bin kodamanı kaybettik diyelim. Üzülürdük şüphesiz ama iyi kalpli olduğumuz için üzülürdük. Fransa’nın yaşayışında ne değişirdi? Hiç. Boşalan yerleri yüzbinlerce insan hemen doldurabilirdi. Demek bizi eşek arıları yönetiyor…”

Diyelim ki, Elâzığ bir anda...