Bir zamanlar Maden…
Açların karnını doyuran, çıplakların üstünü örten; pazarında yalnızca civar köylerden değil, uzak şehirlerden de kalabalıkların toplandığı bir yerdi. Öyle bir şehirdi ki her taşında bereket, her sokağında canlılık vardı.
Fırınlarından yükselen ekmek kokusu, sabahın en erken saatlerinde bile insanı cezbeden bir davet gibiydi. O ekmeği pişirmeye başka fırınların gücü yetmezdi. Maden’e yolu düşen, o ekmeği tatmadan asla geri dönmezdi. Kim bilir, sırrı berrak suyunda mıydı, yoksa ununda mı? Belki de meşe odununun közünde saklıydı lezzetin sırrı… Ne olursa olsun, o ateşin içinde pişen her şey bir başka güzeldi.
Patlıcan söğürmesinin köz kokusu, kuru kebabın ağır ağır demlenen lezzeti, güvecin sıcak buğusu… Peynirli ekmekler, tel kebapları… Evlerde hazırlanan yemeklerin fırınlara gönderilip pişirilmesi, sanki şehrin her hanesini birbirine bağlayan görünmez bir sofra kurardı.
Maden yalnızca karnı doyuran bir şehir değildi; ruhu da doyururdu. Bayramlarda caddelerine kurulan süslü takların altından geçmenin verdiği sevinci yaşayanlar, bu şehri yüreklerine mühürlerdi. İstanbul dışında ilk tenis kortuna ev sahipliği yaptığı söylenir. Dört sinemasıyla, yaz akşamlarını şenlendiren gazoz imalathaneleriyle, gürül gürül akan hamamlarıyla, buzhanesinde saklanan serinliğiyle, müziğiyle ve yemekleriyle dillere destandı.
Osmanlı döneminde bir mutasarrıf şehriydi. Cumhuriyet’le birlikte vilayet olma unvanını da kazandı. Ama onun asıl büyüklüğü, unvanlarında değil; insanına kattığı o eşsiz ruh, o yaşama sevinci, o doyumsuz bereketti.
Maden’in lokantalarında pişen yemeklerin lezzetine doyum olmazdı. Hele ki incecik kesilen yaprak dönerin közde ağır ağır kızaran o eşsiz tadı, dilden dile dolaşırdı. Esnafının bolluğu, çarşısına kattığı canlılıkla şehri bambaşka kılar; bu yüzden Maden, yalnızca bir şehir değil, çevresindeki bütün yerleşim merkezleri için bir çekim noktası, bir cazibe merkeziydi.
Leylo Deresi’nin, iki yamacına yaslanmış evler… Çatılar birbirine omuz verir, duvarlar sanki yan yana durmakla yetinmez; kalpler de birbirine yaslanırdı. O evlerde komşuluk öyle sıradan bir kelime değildi; her gün paylaşılan ekmekle, bacadan bacaya taşan dumanla, bir çocuğun diğer evin kapısını aralamadan girdiği mutfakla akrabalığa dönüşürdü. Belki de bu yüzden Maden’de yaşamak, bir ailenin parçası olmak demekti.
Derenin üzerine kurulan köprü ise yalnızca iki yakayı değil, iki hayatı da birbirine bağlardı. O köprüden geçenler, sağlı sollu dizilmiş dükkânların önünden yürürken kendilerini bir resmî geçitte sanırlardı. Çarşı sanki insanın kendini göstermesi, selamını esirgememesi için kurulmuştu. Bir tarafta kalaycı çekiçlerinin ritmik sesleri, diğer tarafta terzilerin kumaşlara saplanan iğneleri; biraz ileride tavada kızaran yağın çıtırtısı, kahve ocaklarından yükselen taze kavrulmuş kahve kokusu… Hepsi bir orkestranın enstrümanları gibi aynı anda çalardı.
Köprüden geçen biri, adımlarını ağırdan alırdı; çünkü her dükkânın önünde bir bakış, bir selam, bir gülümseme onu durdururdu. İnsanlar adeta birbirini görmeden yürümekten utanırdı. Çarşının ortasında yükselen sesler, alışverişin ötesinde bir şeydi; o sesler şehrin kalbinin attığını duyururdu.
Ve Leylo Deresi, bütün bu gürültünün ortasında usul usul akardı. Suları kimi zaman çocukların kahkahalarını taşır, kimi zaman aşırı yağışlardan taşarak şehri sulara doyurduğu olurdu. Gece olunca derenin yüzeyinde lambaların sarı ışıkları titrek yıldızlar gibi parıldar, suyun aynasında şehrin bütün sıcaklığı yansırdı.
Maden, işte böyleydi: Taşlarıyla ev inşa eden, ama gönülleriyle şehir kuran bir yer. Burada komşuluk yalnızca yan yana durmak değil, birbirinin omuzuna yaslanmaktı; köprüden geçmek yalnızca iki yakayı değil, iki hayatı birbirine katmaktı.
Bakır fabrikasının bacasından yükselen duman nice kez genizleri yakmıştır. Ama o duman tüttüğü müddetçe, insanlar sofralarına ekmek koydu; karnını doyurdu, başkalarını da doyurdu. Çünkü bu duman yalnızca gökyüzüne karışan kara bir iz değil, Maden’in alın terinin, emeğinin ve bereketinin simgesiydi.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında vilayet unvanıyla anılan Maden, Türkiye’nin en zengin bakır yataklarına sahipti. Yarım mamul bakır, fabrikanın içine kadar giren yük trenlerinin vagonlarına doldurulurken, yalnızca raylar değil; ülkenin kasası da bu bereketle doluyordu. On binlerce insan bu şehrin sokaklarında barınır, bacalardan tüten dumanla birlikte umutlarını da göğe savururdu.
Ama ne olduysa, “özelleştirme sevdası” dedikleri hevesin kurbanı oldu Maden. Önce gücü zayıfladı, sonra birer birer terk edildi. Koca şehir, halkının yoksullaşmasını fırsat bilenlerin önünde kurbanlık koyun gibi bırakıldı. Hâlâ da öyle… Şimdi, kimileri bu kurbandan nasıl rant çıkarırız derdine düşmüş durumda.
O doyumsuz iştahın hedefinde yine Maden var. Bir imza ile şehri taşımak, geçmişi yok saymak, belleği silmek… Ama Maden’in hikâyesi yalnızca kâğıtlar üzerinde taşınacak bir şey değildir. Çünkü burada tüten her duman, hâlâ insanların hafızasında, ciğerlerinde ve kalplerinde yaşamaktadır.
Bir zamanlar şehrin incisi olan o çift gözlü güzelim köprü, şimdi yıkık dökük, virane hâlinde. Üzerinden geçenlerin ayak sesleri değil, artık yalnızca rüzgârın iniltisi duyuluyor. Cami Kebir’in duvarları her an yere serilecekmiş gibi titriyor; minaresi, göğe uzattığı ellerini yorgun düşmüş bir dervişin duası gibi titreterek tutuyor. Saat Kulesi ise hükümet binasıyla birlikte hâlâ ayakta görünse de zamana tanıklık eden bu sessiz şahitlerin tepeden şehre bakarak ağladığını hissetmemek mümkün değil.
Taşlar, duvarlar ve göğe yükselen her kubbe, aslında yalnızca birer yapı değil; geçmişin ruhunu taşıyan canlı varlıklar gibidir. Ve şimdi, her çatlakta, her dökülen sıvada, insanın kalbine işleyen bir feryat gizlidir.