2025’in Haziran ayının sonunda, Avrupa Birliği üyesi beş ülke, uluslararası güvenlik politikalarında ezber bozan bir adım attı. Estonya ve Litvanya, Ottawa Antlaşması’ndan resmen çekileceklerini ilan etti. Finlandiya, Letonya ve Polonya ise bu yönde siyasi onay mekanizmalarını tamamladı. Bu beş ülkenin ortak noktası, Rusya tehdidini sadece bir “olasılık” değil, her an gerçekleşebilecek bir jeopolitik gerçeklik olarak görmeleri.

Peki nedir bu Ottawa Antlaşması?

1997 yılında imzalanan ve 1999’da yürürlüğe giren Ottawa Sözleşmesi, kara mayınlarının üretimini, stoklanmasını, kullanılmasını ve transferini yasaklayan bir uluslararası metin. Antlaşmanın amacı sivil kayıpları engellemek, savaş sonrası bölgelerde hayatı normalleştirmekti. Ancak 2020’li yıllarda savaşın, sınır ihlallerinin ve hibrit saldırıların biçim değiştirdiği yeni çağda bu idealizm, güvenlik pratiklerinin önüne geçmeye başladı.

Bu beş ülkenin antlaşmadan çekilmesi, yalnızca sembolik bir duruş değil; aynı zamanda askeri doktrin değişikliğini ve “geleceğin savaşları”na hazırlığı temsil ediyor. Avrupa’nın doğusunda, NATO’nun sınır hattında yer alan bu devletler, saldırıya uğradıklarında sivil hassasiyetleri değil, ulusal bütünlüklerini öncelemeyi seçiyorlar.

Ve biz…

Coğrafyamız, bu beş ülkeden çok daha istikrarsız. Sadece güney sınırlarımızda değil, doğumuzda, kuzeyimizde, hatta mavi vatan dediğimiz denizlerimizde dahi asimetrik tehditler, kaçak geçişler, terörist sızmalar ve hibrit savaş unsurları ile iç içeyiz. Ancak Türkiye, Ottawa Antlaşması’na hala taraf. Üstelik 2004 yılında 1 milyondan fazla mayını temizleyerek, sınırlarımızı neredeyse savunmasız bıraktık. Avrupa bunu “insani” buldu, ama güvenlik uzmanlarının önemli bir bölümü, bu kararın stratejik intihar olduğunu o günden beri söylüyor.

Bugün tekrar sormalıyız:

Mayınlar mı daha tehlikeli, yoksa mayınsız sınırlardan girenler mi?

Yasa dışı göçten terörist sızmalara, sınırdan taşan çetelerden dron saldırılarına kadar uzanan geniş bir tehdit skalasında Türkiye, kendini sadece radarlar ve devriye birliklerine emanet etmiş durumda. Oysa sınır güvenliği sadece gözlemle sağlanmaz. Caydırıcılıkla sağlanır.

Estonya’nın ve Polonya’nın sınırında ne dağlık arazi ne de düzensiz göç baskısı var. Ancak onlar dahi, “gerekirse savunmanın en temel enstrümanına döneriz” diyor. Türkiye ise 1000 km’den fazla riskli sınıra sahipken hâlâ kenardan bakıyor.

Bu kararsızlık hali, bir güvenlik stratejisi değildir. Bu, stratejiden kaçmaktır.

Türkiye’nin acilen yapması gereken şey, uluslararası hukuka uygun biçimde, Ottawa Antlaşması’ndan çekilme sürecini başlatmak ve özellikle yüksek riskli sınır hatlarında akıllı mayın sistemleriyle caydırıcı bir savunma hattı oluşturmaktır. Mayın artık 20. yüzyılın kör aracı değildir. Bugün sensörlerle entegreli, uzaktan kumandalı, sivil geçişe izin veren ama terörist geçişe kapalı sistemlerden bahsediyoruz.

Güvenliğimizin teminatı, Brüksel’in insani hassasiyetleri değil; Ankara’nın kararlı iradesidir.

Son söz:

Dün Estonya, bugün Litvanya… Yarın sıra kimde? Bizse hâlâ sadece izliyoruz. Artık izlemenin değil, karar almanın zamanıdır. Çünkü sınırlar bir ülkenin çizgisi değil, kaderidir.