Bir tuhaf zamanın içindeyiz…
Her şey parmaklarımızın ucunda; ama kim bilir, belki de kalbimizden bir o kadar uzakta. Bizim neslin —hatta bizden öncekilerin— tahayyül bile edemeyeceği teknolojik araçlar ardı ardına doğuyor. Her biri bir öncekini eskite eskite ilerliyor; yeniliklerin parıltısı göz alıyor ama o ışıltının altında insanın insani yönü yavaş yavaş siliniyor.
Şanslı mıyız, şanssız mı, karar vermek zor. Çünkü ruhumuzu doyurmayan, zihnimize hitap etmeyen yenilikler bitmek bilmeden çoğalıyor. Biz de onların arasında —neye sevineceğimizi, neye üzüleceğimizi şaşırmış hâlde— ömür tüketip gidiyoruz. Üstelik fikir üretenlerin, hayal kuranların, emek verenlerin hâli de apayrı bir perişanlık… Düşüncenin derinliği, hız çağının gürültüsünde yankısını kaybediyor.
Bu çağın icatlarından biri de prompter. Adına “elektronik suflör” deniyor. Kulağa masum geliyor ama işin özü bambaşka. Koca bir camın ardında, sessiz bir yardımcı… Konuşmacının karşısında durur; dinleyenler onu görmez. Hatip, gözleriyle o akıp giden satırları takip ederken, dinleyici onun ezberden, içten gelen sözlerle konuştuğunu sanır. Oysa o anda sahnede konuşan yalnızca insan değildir; makineyle insanın karışımı, duygudan arındırılmış bir suret vardır orada.
Merak ediyorum: Hatip kendisini dinleyenleri gerçekten görüyor mu acaba?
Yoksa sadece kayan yazılara mı bakıyor? Arada bir ses tonunu yükselterek dinleyenleri, seyredenleri “Sizi görüyorum!” der gibi tehditkâr bir ifadeyle konuşmasına —ya da okumasına— devam etmesi tam bir teatral mizansen gibi oluyor.
Metin önceden hazırlanır; nerede durulacağı, nerede vurgu yapılacağı, hangi kelimenin yüksek sesle söyleneceği prova edilir. Sözcükler yerli yerindedir; ama o sözcükleri taşıyan sesin içinde titrek bir yürek yoktur artık. Bu teknolojiyi yalnızca siyasetçiler değil, bilim insanları da kullanıyor. Belki de kullanmak zorundalar. Modern dünyanın temposu buna zorluyor. Fakat bazen düşünüyorum: Kolaylaşan şeyler acaba ne kadar insanca kalıyor?
Benim kuşağım, tiyatro perdesinin arkasında suflörün fısıltısını duyarak büyüdü. O fısıltı bir can simidi gibiydi; rolünü unutan bir oyuncuya nefes olur, sahnenin ritmini tutardı. Suflör görünmeyen bir kahramandı; metni ezbere bilir, oyuncuların sesine kulak verir, gerektiğinde sahnenin kaderini değiştirirdi. Onun sesinde bir kalp atışı, bir insani sıcaklık vardı.
Şimdi o sıcaklığın yerini soğuk bir ekran aldı. Prompter belki kusursuz çalışıyor; ama hissiz. Ne heyecanı var ne titremesi… Ne zaman gülüneceğini, nerede susulacağını biliyor; ama neden gülüneceğini, neden susulacağını bilmiyor. Belki bir gün yapay zekâya duygular da öğretilecek; belki prompterin sesi de ağlayacak, gülecek... Ama o zaman bile eksik bir şey kalacak: İnsanın iç sesi.
Bu alete muhtaç olarak konuşanlar, yaptıkları konuşmaları ya da okuduklarını sonraki zamanlarda hatırlayabilecekler mi acaba?
Her gün ekranları süsleyen hatiplerin, güvercinlerin önüne atılan buğday tanelerini kapmak için gagalarını bir sağa bir sola çevirmeleri gibi, duygudan yoksun hareketlerle konuşmaları; buna rağmen karşısındaki kitlenin “işte şimdi alkış zamanı” dercesine ayağa kalkması, çağımızın en tuhaf garabetlerinden biri.
Artık kelimeler dudaklardan değil, ekranlardan dökülüyor. Her biri soğuk bir camın ardından yankılanıyor; sesi var ama nefesi yok. Cümleler tıpkı yansımalar gibi — ışığı var ama ısısı yok. Söz, bir zamanlar yüreğin içinden geçip dudaklara ulaşan bir yolculuktu; şimdi ise bir satırdan diğerine kayan dijital bir iz. Bu yüzden hitabet artık bir sanat değil, bir senaryo okumaya dönüştü.
Ve biz, her yeni teknolojik kolaylığın gölgesinde, biraz daha zor öğreniyoruz insan olmayı. Çünkü kolaylaşan şeylerin içinde emek eksiliyor, duygu yitiyor, anlam sığlaşıyor. Ekranlar aydınlanıyor ama insanın içi kararıyor.
Yüz yıl önce “makinelaşmak” isteyen şaire muhalefet edenlerin, bugün makinelere medet umar hâle gelmeleri, çağın en ironik garabetlerinden biri.
Hitabet, yalnızca kelimelerin sanatı değil; ruhun sese dönüştüğü bir büyüdür. Tarih bunun sayısız örneğini yazmıştır; ama belki de en unutulmazı, M.Ö. 44 yılında Roma sokaklarında yankılanan bir sestir. Sezar’ın öldürülmesinin ardından Roma, öfke, korku ve belirsizlikle dolmuştu. Her köşe başında fısıltılar dolaşıyor, her yürek titriyordu. Ve işte o kargaşanın ortasında Sezar’ın dostu Marcus Antonius bir taş kürsünün üzerine çıktı.
Kalabalık gözlerini ona dikmişti; rüzgâr, tunç miğferlerin arasında yankılanıyor, bir şehir nefesini tutmuş bekliyordu. Antonius, elinde hiçbir metin olmadan gözlerini halkın yüreğine dikti. Ne bir cihaz vardı önünde ne de bir camın ardından kayan satırlar… Sadece kalbinin derinlerinden gelen bir ses.
O ses, önce hüzünle, sonra öfkeyle, ardından da adalet isteğiyle büyüdü. Her kelime sanki Sezar’ın kanından süzülüp gelmişti; her hecede bir yemin, her durakta bir ağıt vardı. O konuşma halkı galeyana getirdi; Roma’nın taş sokaklarında yankılanan sözler, kılıçtan keskin bir kuvvete dönüştü. Antonius’un önünde prompter yoktu; vicdanının sesi vardı.
Antonius, hitabetiyle Romalıların kalplerini söküp almış, öfkelerini dindirmişti. Belki de büyük bir savaştan daha büyük bir zafer olarak tarihe geçen bu konuşma, hitabet sanatının cemiyeti geleceğe hazırlayan ne denli kudretli bir sanat olduğunu göstermiştir.
Bugünün hatipleri aynı sahnede, ama bambaşka bir zamanda duruyor. Artık camın arkasındaki harfler fısıldıyor onlara; kelimeler doğmuyor, programlanıyor. Bir zamanlar yürekten dökülen sözler şimdi soğuk ekranlardan süzülüyor. Sesler yükseliyor ama içinde insanın kırılgan nefesi yok. Alkışlar kopuyor; ama o alkışlar duygunun değil, yönlendirilmiş reflekslerin yankısı.
Antonius’un sesinde yankılanan, insanın özüydü; bugünün hitaplarında ise yalnızca teknolojinin yankısı var. Belki de artık en büyük eksikliğimiz, sözün arkasındaki kalbi duyamamak.
Sözü söyleyenin kalbini bilmemek… ne büyük bir yoksunluk.