Ergenlik yıllarımızda, ülkenin karanlık günleri içinde yüreğimizde tek bir ateş yanardı: vatanı kurtarmak. Kendi küçük dünyamızda, bu mücadelenin öncüleri olarak gördüğümüz birkaç isim vardı. Onlardan biri de adı dilden dile dolaşan Ali Armağan’dı.
O yıllarda, onun İstanbul’da üniversitede okuduğunu, hareketin önemli liderlerinden biri olduğunu duyardık. Bu bilgilerin ne kadarı gerçekti ne kadarı gençlik hayalimizin ürünüydü, bilemezdik. Ama biz, onun etrafında efsaneler örmüştük. Sanki bir roman kahramanıydı; düşüncelerinde cesaret, bakışlarında ideal, yürüyüşünde inanç gizliydi.
Bir gün, hiç beklemediğimiz bir anda ilçemizde Ali Armağan’ı ve yanındaki arkadaşını gördük. Güneşin sarı ışıkları sokak taşlarına vuruyordu; bizse nefesimizi tutmuş, bir köşeden onları izliyorduk. Kalbimiz öyle hızlı atıyordu ki, sanki göğsümüzden fırlayacak gibiydi. O an, yıllardır hayalini kurduğumuz bir destanın içine düşmüştük.
Ali Armağan’ın duruşu, konuşmadan bile bir şey anlatıyordu. Bakışları sertti ama yumuşak bir güven taşıyordu içinde. Adımlarını ölçülü atıyor, sanki etrafındaki dünyanın ağırlığını omuzlarında taşıyordu. Bizim için o an, tarihin içinden süzülüp gelen bir kahramanı görmek gibiydi.
Onu yalnızca uzaktan görmüştük ama bu bile bize yetmişti. Günlerce, haftalarca adını konuştuk. Kimi, “boyu bile başka” dedi; kimi “kalıbı adam gibiydi” diye anlattı. Bir arkadaşımız, onun gözlerinde karanlığı yaran bir ışık gördüğünü söylemişti. Her biri kendi gördüğünü anlatıyor ama aslında hepimiz kendi içimizdeki özlemi, kahraman arayışını dile getiriyorduk.
Sonraki yıllarda, 12 Eylül öncesinin o ağır ve korkulu günlerinde, Ali Armağan’ın gerçekten de canı pahasına mücadele ettiğini öğrendik. Bizim efsanemiz, meğer gerçeğin ta kendisiymiş. O, korkunun kol gezdiği sokaklarda bir mum yakmış, karanlığa inat ışık olmuştu.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, gençliğimizin o saf inancını, o adanmış yürekleri hatırlıyorum. Ali Armağan yalnızca bir insan değildi; bizim için direnişin, umudun ve kaybolmayan ideallerin sembolüydü. Belki biz büyüdük, hayallerimiz küçüldü, ama onun adı hâlâ içimizde bir yerlerde parlamaya devam ediyor.
12 Eylül darbesinin ardından, ülkeyi kurtarma sevdası yerini sessiz bir dağılmaya bırakmıştı. Herkes kendi yolunu çizmeye koyulmuş, bir zamanlar aynı idealler uğruna omuz omuza mücadele eden insanlar farklı yönlere savrulmuştu. Ali Armağan da bu dönemde kendi yolunu çizmeye çalışanlardan biriydi.
Ancak o, mücadeleyi tamamen bırakmadı; yalnızca alanını değiştirdi. Bu kez vatan sevgisini, özel teşebbüsün dünyasına taşıdı. Fabrika bacıları, üretim tezgâhları ve yeni fikirlerin arasında da aynı heyecanla, aynı inançla savaşını sürdürdü. Onun için artık cephe değişmişti ama dava aynıydı. Ne kazandığı paranın, ne aldığı unvanların ardına düşmüştü; tek gayesi ülkesine, bayrağına, Türk milletine faydalı olmaktı.
Konuşmalarında zaman zaman öyle bir coşkuya kapılırdı ki, sanki bir anlığına tarih canlanır, o da Kürşad misali gözlerinde kıvılcımlar çakarak ülküden söz ederdi. Duygusu, kelimelerine cesaret; düşüncesi, sesine ağırlık katardı.
Yıllar sonra bizim de yolumuz İstanbul’a düştü. O gün, gençlik yıllarımızın kahramanı olan Ali Armağan’ı yakından tanıma fırsatı bulduk. Karşımızda artık başka bir insan vardı; olgun, düşünceli, iç dünyası zengin bir adam… Fakat o eski idealin izleri hâlâ bakışlarının derinlerinde duruyordu.
Artık konuşmalarında felsefeden, tefsirlerden, büyük şairlerden söz ediyor; düşüncelerini sadece duyguyla değil, sağlam iktisadi temellere dayandırıyordu. En çok da ülkenin ekonomik bağımsızlığı üzerine kafa yoruyordu. Ama ne anlatırsa anlatsın, hiçbir zaman “milli olma” bilincini kaybetmiyor, o özü koruyordu.

Belki artık bir destanın kahramanı değildi, ama bir millete inanmanın, düşse de yeniden kalkmanın ne demek olduğunu yaşayarak gösteriyordu.
Hayatın ne zaman, nerede karşımıza bir netice çıkaracağını kimse bilemez. Tıpkı, Ali Armağan’a hayatın hazırladığı acı sürpriz gibi…
Önce büyük oğlunu, daha gençlik çağında kaybetti. O günden sonra, yüreğinde kapanmaz bir sızı taşıdı. Her gördüğü, oğlunun yaşlarında bir delikanlı olduğunda gözleri dalar, iri yapılı o koca adamın gözlerinden sessizce yaşlar süzülürdü. Kimse bir şey sormaz, o da hiçbir şey söylemezdi. O sessizlikte hem bir baba acısı hem de kaderle yapılan derin bir hesaplaşma gizliydi.
Ama hayatın ona hazırladığı sürpriz sadece bu değildi. Yıllar sonra küçük oğlunu da talihsiz bir kaza sonucu kaybedince, Ali Armağan bambaşka birine dönüştü. Artık ne kahramanlık hikâyeleri anlatıyor ne de fikir sohbetleri yapıyordu. Yakın çevresi dışında kimseyle görüşmemeye başladı. Dünyayla arasına görünmez bir duvar örmüştü.
Gecenin sessizliğinde bazen bir Harput türküsü ya da hüzünlü bir hoyrat okur, sonra onu bana gönderirdi. O an, o türküyü sadece bana mı söylüyordu, yoksa başka dostlara da mı gönderiyordu, hiç bilemedim. Ama her dinlediğimde, sesinin titrek tonlarında acının, kabullenişin ve hâlâ sönmemiş bir inancın izlerini duyardım.
Defalarca dinledim o kayıtları. Her defasında başka bir anlam buldum, başka bir duyguda kaldım. Zamanla fark ettim ki Ali Armağan, artık sözlerle değil, sessizliğiyle anlatıyordu kendini.
Rüzgâr, onu Tanrı Dağları’nın eteklerinden alıp göğe savurdu sanki. Orada, yüzyılların yankısını taşıyan o kadim rüzgârların arasında sesi kayboldu; ama ruhu, bir dua gibi yükseldi semaya. Issık Göl’ün duru sularında, ellerini suya daldırır gibi arındı, yorgunluğunu bıraktı. Belki de Yesevî ocağının kutlu nefesleri, onu karşılamak için çoktan yola çıkmıştı.
Artık ne dünyanın telaşı ne geçip giden günlerin ağırlığı vardı üzerinde. Yalnızca huzur… Yalnızca sükûnet…
Belki o an, oğullarının yüzleriyle karşılaştı; onlarla kucaklaşırken dünyada kalan bütün acılarını bir gülüşe sığdırdı.
Şimdi Ali Armağan, yıldızların arasına karışmış bir dua gibi sessizce yaşıyor. Onu tanıyanların yüreğinde, her esen rüzgârda, her söylenen Harput hoyratında bir yankısı var.
Ruhu ve ruhları muazzez, mekânları nurlu olsun. 07.11.2025 Cuma namazından sonra Barbaros Hayrettin Camisinden kaldırılacaktır.