İnsanoğlu doğal bir çevrede yaşar; Günümüzde beton silolarını andıran apartmanlar görülse de, toprağa ayağını basmak, gökyüzünü görebilmek, yeşile dokunabilmek büyük bir ayrıcalıktır… 
İnsanlar artık zor da olsa çevrenin değerini anlamışlardır. Betonu yiyemezsiniz, asfalt çiğnenmez, metal karın doyurmaz, suyun yerini ne tutabilir?.. 
Kuş cıvıltısı duymayan kulak bir şey duydum diyebilir mi? Ciğerlerinizi şöyle temiz bir havayla doldurmanın değerini ne ölçebilir? Ayrıca şu an hoyratça kullanılan çevre sadece bize de ait değildir. Dünya üzerinde yaşayan onlarca farklı tür ve gelecek nesillerin emanetidir aslında bizlere… Bu satırları yazarken aklıma eski bir Kızılderili sözü geliyor “biz dünyayı dedelerimizden miras değil torunlarımıza emanet aldık” ne kadar anlamlı bir söz değil mi?
    Geçen akşam haberleri izlerken Fransa’da eylem yapan tarım üreticilerinin bir sözü dikkatimi çekti “Bugün bu eylemi torunlarımın yüzüne rahatça bakabilmek için yapıyorum…”  
Biz, bütün dünyanın gözü olan bu verimli toprakları betona boğma da, kimyasallarla zehirleme de ve tarımı bitirmek için kullanılan ilaçlarla yaşanması zor bir yer haline getiriyoruz! Oysa bu toprakları yurt edinebilmek için nice insanımız canını verdi, korumak içinse hala veriyor; ama biz bu değerli toprakları yabancı maden şirketlerine sömürge bir devlet misali peşkeş çekiyoruz. Felaketin yaşandığı (Erzincan/ İliç) bölgede, çalışmalara itiraz eden vatandaş, almış olduğu yüksek maaş ile ağzını kapayıp yaşanılan felaketlere ve başına geleceklere adeta göz yumuyor. 
    Kendi toprağımızdaki değerli madenlerimizi kendiniz çıkartamaz mıyız? Bu iş bu kadar mı zor? İzlemekten büyük keyif aldığım belgesellerde, yabancı ülkelerde gerçekleştirilen maden faaliyetleriyle ilgili çekim yapılıyor. Doğaya zararsız, sadece su kullanılarak altın arayan madenciler, sıkı denetime tabi tutulup, anlaşma süreleri sonunda işletme yaptıkları sahayı tekrar eski haline getirmekle mükellef oluyorlar. Diyelim ki bölgede 10.000 ağaç kestiler, işleri bitince yine aynı yere en az 10.000 ağaç dikmek zorundalar. Soruyorum sizlere daha birkaç hafta önce farkına vardığımız ve geri dönülemez çevresel felaketin etkilerini kuşaklar boyu yaşayacak insanlarımıza kim hesap verecek? İşlerin bu noktaya varmasına da kimin ihmali veyahut ihaneti var? Sorulacak o kadar çok soru var ki…  İşleyen bir mekanizmada şartlar bir kere bozulmaya başladı mı artık ipin ucu kaçıyor… Nerede duracağını bilmediğiniz ve sonucunun ne olacağını kestiremediğimiz bir süreç başlıyor… Bu işten kazançlı çıkanlar dünyanın öteki ucunda servetlerine servet katarken, biz burada zehirlenmiş topraklar ile kirlenmiş sular ile ve en önemlisi yüzüne bakmaktan utanacağı kız nesillerimiz ile baş başa kalıyoruz… Önümüzdeki birkaç yıl sonra, bu bölgede patlayacak kanser veya benzeri salgın hastalıklar, doğacak çocuklarda oluşabilecek farklı hastalıklarla yine biz baş başa kalacağız… 
    Değer mi bu coğrafyayı katletmeye? Değer mi 3 kuruş için kendi toprağını, kendi insanını zehirlemeye? Bunun adı ihanet değil de nedir… Hesap verirsiniz efendiler; bu dünyada olmazsa bilin ki öte dünyada…