Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete… Mevcut durumu herhalde bu vecizeden daha iyi hiçbir söz veya sözcük ifade edemez.

Önce yangın çıkarıyorlar. Sonra o yangını henüz rasyonel düşünme melekesini kaybetmemiş birileri söndürüyor. Sonra millete dönüp yangını söndürdüm veya söndürdük diyerek takdir bekliyorlar.

Kimse de çıkıp yahu bu yangını zaten siz çıkarmıştınız, demiyor veya diyemiyor.

Son büyükelçiler krizi tam da böyle bir krizdi. CB Erdoğan’ın ayaküstü gösterdiği ölçüsüz tepki bir anda krize dönüştü. Dövizin ateşi yükseldi, vatandaşı vuran kriz biraz daha derinleşti, kriz yakacağı kadar yaktıktan sonra birkaç büyükelçinin –Viyana Sözleşmesinin 41. Maddesine uymayı taahhüt ederiz- açıklamasıyla bitti.

Bu açıklama, aslında yaptığı hatanın farkına varan ve geri adım atmak için küçük bir jest bekleyen Erdoğan’ın lafını yere düşürmemek için bulunmuş bir formüldü.

Şimdi sormak lazım bu kadar gürültüye, patırtıya, efelenme gösterilerine değdi mi?

Devlet duygularla değil, akılla yönetilir. Aklın sınırlarını da kanunlar, yönetmelikler, anayasalar çizer. Demokrasilerde keyfilik yoktur, her aklınıza eseni yapmaya kalkamazsınız. Aklınıza gelenlerle yasaların çizdiği sınırların örtüşmesi gerekir.

İşte hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı bunun için gereklidir. Demokrasilerde siyasetçinin yolunu hukuk, otoriter yönetimlerde yönetenlerin yolunu –keyfilik- çizer. Hukuk devletinde hislerin etkisi asgariye indirilmiştir, tek adam yönetimlerinde duygular, kişisel eğilimler yasalardan daha belirleyicidir. Yetkileri hukukla sınırlandırmamış yöneticiler aklına geleni yapma imkanına sahipken, hukuk devletinde yönetenlere tanınmış böyle bir hak yoktur.

Toplum uzun süre elmastan ölçüleri tersyüz edilen İslam’la kandırıldı. Kişisel çıkarlar, sınırsız ihtiraslar hep İslam’la meşrulaştırılmaya çalışıldı. Mürekkebi rüşvet olan yazarlar vasıtasıyla, Kuvvetler birliğinin aynı zamanda İslami bir tutum olduğu anlatıldı. Oysa İslam hiçbir faniye yasaların üzerine çıkma, kişisel eğilimleri dinin emri gibi sunma hak ve imkânı tanımamıştır. Yönetenlerin de yönetilenlerin de başları hukukla bağlıdır.

Bunu anlamak için uzağa gitmeye gerek yok. Mezhep İmamımız Ebu Hanife hazretlerinin hayatı yeterince açıklayıcıdır. Ebu Hanife kendine teklif edilen Kadılık görevini Halife’nin baskısından, yönlendirmesinden azade kalamayacağını bildiği için reddetmiştir. Reddinin karşılığını hapishanelerde işkence ve hayatıyla ödemiştir. Ebu Hanife aslında bağımsız yargı davasının ilk şehididir. Ölümü, adaleti hukuka bağlamak yerine, bir kişinin istek ve taleplerine bağlamayan ve emirle hüküm veren bir mahkemenin kadısı olmaya tercih etmiştir.

Hal böyleyken hangi İslam’ın kuvvetler birliğine cevaz verdiği iddia edilebilir?

Son yıllarda yaşanan bütün sorunlar keyfiliğe kapı aralayan partili CB sisteminin sonuçlarıdır. Büyükelçiler daha uygun bir dil ile uyarılabilir, kriz dili yerine aklın dili tercih edilebilirdi. AİHM kararlarına uymak hoşumuza gitse de gitmese de kendi anayasamızın bir gereğidir. Anayasanın 90. Maddesi; uluslararası antlaşmaların kanun hükmünde olduğunu ve bu antlaşmalara karşı anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine gidilemeyeceğini söylemektedir. Geçmişte Rahip Brunson ve Deniz Yücel gibi kişilerin, birinin Trump’ın, ötekinin Merkel’in çağrısıyla bırakılması yargı üzerinde siyasetin gölgesini pekiştirmiş, bu tip taleplerin önünü açmıştır. Demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, adil yargılamanın, kuvvetler ayrılığının olduğu bir ülkeye karşı hiç kimse bu tip taleplerde bulunamaz. Çıkış yolu bellidir; hukuka demokrasiye, kuvvetler ayrılığına, yargı bağımsızlığına dönmek. Aksi takdirde bir kriz biter öteki başlar.