Kurtuluş Savaşı sonrası, Türk devrimini kavramış devlet adamları İsmet İnönü, Saffet Arıkan, sonrasında Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç Atatürk’ün eğitim alanında yapmak istediklerini gerçekleştirmeye koyulmuşlardı. 17 Nisan 1940’ta kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri Yasası ile Türkiye Cumhuriyeti’nin önünü belki de sonsuza değin açacak bir eğitim devrimi başlıyordu. 

Yasanın birinci maddesi, “Köy öğ­retmeni ve köye yarayan meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde, milli Eğitim Bakanlığınca Köy Enstitüleri açılır.” demekteydi.

Hem özgünlüğü hem toplumsal hem kültürel hem de eğitimsel yanıyla tam da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşlediği bir eğitim sistemi olan “Köy Enstitüleri”nin kurulmasında İsmet İnönü ve Saffet Arıkan gibi kişiliklerin yanında öncü iki büyük ad vardır. Bunlardan biri enstitülerin kuramcısı sayılan İsmail Hakkı Tonguç’tur. İkincisi, yasayı meclisten geçiren, kabul ettiren, Tonguç’un düşüncesini eylem haline sokansa dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’dir.

Bu düşünce ile 1936’da Eskişehir’in Mahmudiye il­çesinde yapılan ilk denemede olumlu sonuçlar alınmıştı. Eğitim tarihinde yepyeni bir buluştu bu. 1935-1946 yıllarındaki bu büyük düşünce yani Türk sistemi “Köy Enstitüleri” hem özgünlüğü hem toplumsal hem kültürel hem de eğitimsel yanıyla tam da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün düşlediği bir eğitim sistemiydi.

Cumhuriyetin en büyük amacı Türk halkının çağdaş, uygar bir toplum olabilmesidir. Yeni devlette ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel alanda önemli çalışmalar yapılıyordu. Eğitimde de 1924’te çıkarılan “Öğretim Birliği Yasası”yla ilk adım atılmış, sonraki adımlar ise sırasıyla, “harf devrimi” ve köy enstitüleri olacaktı.

Yeni Cumhuriyete ve Atatürk ilkelerine bağlı İsmail Hakkı Tonguç çok çalışkan, bilime inanan, uygar yaşamı benimsemiş değerli bir eğitimciydi. Atatürk’ün “Köylü ulusun efendisidir” sözünü ilke edinmiş, Türk toplumunu ve köylüsünü gözlemlemiş, köylüye inanmış, yeni devleti kuran halkın eğitim sistemini de başarıyla kuracağına yürekten inanmıştı.

Böyle bir ortamda İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği ekonomik bunalım­lar içinde; destansı büyük bir devrim harekâtıydı bu. 1940-1946 yılları arasında enstitü sayısı 20’ye çıktı. Kız öğrenci sayısı 6 bini, erkek öğ­renci sayısı 11 bini buldu. Derslik, yatakhane, mutfak, işlik, ahır, depo, garaj, öğretmenevi gibi türlü ihtiyaçları için 800 bina yapıldı.

Köy enstitüleri, iş eğitimi ilkelerine göre kurulmuş okul­lardı. Gerçekte çağdaş eğitimin en son aşamasıydı bu. Eğiti­min yapıcı, yararlı olması için öğrenci yaparak, deneyerek, görerek öğrenme­liydi. Öğrencinin tüm organları eğitime katılmalı, tüm öğrenciler beyin ve beden uyumuna dayalı bir öğrenme eğitimi içinde olmalıydı.

Ne yazık ki, bu düş yalnızca 14 yıl sürdü. Mareşal Fevzi Çakmak başta olmak üzere, enstitülerin kapatılmasını isteyen yoğun bir kitle vardı. Köy enstitüleri, İnönü döneminde, Hasan Ali Yücel’in istifaya zorlanması ve Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’ndan 5 Aralık 1946’da istifa etmesi, ardından İsmail Hakkı Tonguç’un görevden alınması ve resim–iş öğretmenliğine döndürülmesi ile yok edilme aşamasına geçirilmiştir. İnönü’nün Yücel’in yerine bakan yaptığı Reşat Şemsettin Sirer de ilk iş olarak köy enstitülerinin içeriğini boşaltıp, sıradan okullara dönüştürdü. 1946 seçimlerinden sonra, TBMM Başkanı Kazım Karabekir, Şemsettin Günaltay, Feridun Fikri Düşünsel ve Mehmet Kemal Öncel, denetleme bahanesiyle gittikleri, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde, öğretmenleri ve öğrencileri sürekli tersleyerek niyetlerini gösterdiler. 


Sonraları, köy enstitülerine karşı acımasız kıyım başladı. Önce enstitülerin yönetici ve öğretmenlerinin yeri değiştirildi, 200 öğrenci okuldan uzaklaştırılıp, ailelerine tazminat davası açıldı. Bunun için de gerekli kılıf hazırlanıverdi: “köylü, köy enstitülerini istemiyor” denildi ve yerlerine başka meslek okulları kuruldu. Böylece köylerin gelişmesi, canlanması önlendi, toprak reformu rafa kalktı, köylerden büyük kentlere akın başladı, büyük kentler de ne yazık ki köye dönüştü.

1947’nin 9 Nisan’ında köy enstitüsü yönetiminde öğrencilerinin söz sahibi olmalarına son verildi. 9 Mayıs’ında enstitülerde kız ve erkek öğrenciler ayrıldı, karma eğitimden vazgeçildi. 20 Mayıs 1947’de, köy enstitülerinin kitaplıklarında kitaplar ayıklandı, pek çoğu sakıncalı bulunarak yakıldı. 4 Temmuz 1947’de de Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. 

Eğer bu okullar kapanmasaydı, 1960 yılına gelindiğinde okulsuz tek bir köy kalmayacaktı. 8-10 köy bir sağlık memuruna ve 1 ebeye bağlanacaktı. 1956 yılında sağlık bakımından kontrolsüz köy kalmayacaktı. Köylüler arasında yapılacak bölge okulları aracılığı ile köy çocuklarına 8 yıllık bir öğrenim sağlanacaktı. Köyde açılacak halk eğitim kursları yoluyla, yetişkinlere okuma yazma öğretilecek, bilgi düzeyleri artırılacaktı. Türkiye’de okuma yazma bilmeyen kalmayacak, her köy bir üretim merkezi olacaktı.

Cumhuriyet tarihinden bugüne, “Köy Enstitüleri”nin önüne geçmiş genel bir eğitim kurumu yoktur. Gerçekten de o dönemde “Köy Enstitülü Yazarlar Kuşağı” diye, yazın tarihine geçecek bir kesim oluşmuş, bir kültür devrimi gerçekleşmiştir. Öyle ki, Köy Enstitüleri ve Yüksek Köy Enstitüsü’nün Güzel Sanatlar Kolları yaşayabilseydi, sanatın her alanında, çağdaş müzik, sinema, resim, heykel, tiyatro gibi dallarda da büyük başarılar ortaya çıkacaktı. 

Bugünkü çağdışı, ezberci eğitimi sistemiyle hiçbir okulun bağımsız kişilikli, toplumcu değerlere bağlı, yurtsever, aydın yazar ve eğitimcileri yetiştirmesi olası değildir. 70 yıldır sürekli aşındırılan, yok edilen, yıkılan cumhuriyet değerlerinin en önemlilerinden biri de cumhuriyetçi, Atatürk devrimcisi, ulusal, çağdaş, demokratik köy enstitüleri olmuştur. Kapatılması ile hiçbir sorun çözülmediği gibi Türk eğitim sistemi deneme tahtasına döndü ve gün geçtikçe geriledi; kültür, sanat unutuldu; köylerimiz ise boşaldı, üretim yapılmayan bir çehreye büründü ve bu durum ülkemize de olumsuz yansıdı.