Cumhuriyet öncesi döneme ait yangınlarla ilgili belgeler, özellikle son yüzyıllarda oldukça fazladır. İstanbul’un fethinden sonra, yangınlarla mücadele amacıyla padişah fermanları yayınlanmış; bu fermanlarla, şehri kasıp kavuran alevlere karşı bir düzen ve disiplin tesis edilmeye çalışılmıştır. Ancak fermanların gücü, ateşin diline pek geçmezdi.

Vali Haydar Bey’in düzenli bir itfaiye teşkilatı kurmasından önce çıkan yangınlar, İstanbul’un yarısını yutarcasına ilerlerdi. Surların içindeki ahşap yapılar, kuru bir çıra gibi ateşe teslim olurdu. Yangın yalnızca evleri değil, sanat eserlerini, kütüphaneleri, geçmişin hafızasını saklayan nice emaneti de yakar, kül ederdi. Her yangın, tarihten bir sayfa koparır; is dumanına sarılmış bir sessizlik bırakırdı geriye.

İstanbul dışındaki yangınlar da özellikle orman yangınları, ardında kavrulmuş topraklar ve çaresiz köyler bırakırdı. Alevler bir ejderha gibi ilerler, önüne çıkan her şeyi yutar, yakar, boğar geçerdi. Eskiler bu büyük felaketlere “harik-i kebir” — yani “büyük yangın” — adını vermiştir. Çünkü bu ateş yalnızca binaları değil, zamanın ruhunu da küle çevirmiştir.

Yangınlarla ilk sistemli mücadele, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın öncülüğünde başlamıştır. Yeniçeri Ocağı’na bağlı Tulumbacı Ocağı'nın kurulması, yangına karşı verilen savaşı örgütlü hâle getirmiştir. Tophane Yangını’nda ilk kez kullanılan tulumba, alevlere karşı insanın elindeki ilk ciddi silahtı. Fransız asıllı mucit Davut Ağa'nın başına geçtiği bu ocak, zamanla disiplinini yitirse de ateşle mücadelenin tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Bugün artık yangın yalnızca bir felaket değil; insanla doğa arasındaki en eski sınavlardan biridir. Ahşap evlerin yerini betonarme yapılar almış, tulumbaların yerini ise yüksek basınçlı pompalar, termal kameralar, helikopterler ve insansız hava araçları almıştır. Eskiden sakalar sırtlarında su taşırken, şimdi gökyüzünden tonlarca su boşaltan uçaklar havalanmaktadır. Ama ateş hâlâ aynı ateştir; yakar, yutar, susturur.

Orman yangınları ise hâlâ en yıkıcı afetler arasındadır. Günümüzde bu yangınlarla mücadele, karadan ve havadan eş zamanlı olarak yürütülmektedir. Devlet kurumlarının koordinasyonuyla çalışan modern ekipler, yalnızca söndürmekle değil, önlemekle de yükümlüdür. Yangın gözetleme kulelerinden alınan görüntüler uydu sistemleriyle eşleştirilir; sıcaklık, rüzgâr ve nem oranına göre risk haritaları oluşturulur. İtfaiye personelleri artık yalnızca fiziksel değil, teknik ve psikolojik eğitimlerden de geçmektedir. Koruyucu kıyafetler, termal görüş kaskları, solunum cihazları ile donatılmış modern itfaiyeciler, geçmişin “reisleri “nin izinde ama çok daha donanımlı bir şekilde görev yapmaktadır. Yangını söndürmekle görevlilerin ve aletlerin yeniliği uzun süre alevleri hala etkisiz hale getiremiyor.

Bir zamanlar tulumbacılar yangınları “kızıl bayram” olarak anar, rüşvetle ev seçerek müdahale ederdi. Bugün ise yangın bir halk seferberliğiyle karşılanıyor. Gönüllü itfaiyecilik projeleri, afet bilinci eğitimleri ve tatbikatlar sayesinde toplum yalnızca seyirci değil, bilinçli bir müdahil hâline getirilmeye çalışılmaktadır.

Ancak teknolojiyle çevrelenmiş bu çağda bile küçük bir ihmal, büyük bir felakete dönüşebiliyor. Devasa otellerde, kalabalık tesislerde ya da yükselen apartmanlarda çıkan yangınlar hâlâ onlarca canı bir anda aramızdan alabiliyor. Bazen unutulmuş bir priz, kilitli bir acil çıkış ya da eski bir kablo… Ve o küçücük ihmalin ardından yok olan yalnızca bedenler değil; hayaller, umutlar ve yarım kalmış hayatlar da oluyor. Alevlerle mücadele ederken kaybolan canların ardından yalnızca üzülmek kalıyor elimizde. Oysa sormadan edemiyor insan: Bütün bu ölümlerin, bütün bu gözyaşlarının hesabını kim verecek?

Ve yangınlar dindikten sonra kara toprağın üstüne, yeşilin yerine beton dikenlerin vebali; o yangını çıkarandan geri kalmaz. Çünkü yok eden yalnızca ateş değildir; insanın gölgesiz gökdelenidir bazen, ruhsuz inşaatıdır, betona mühürlenmiş vicdanıdır.

Son yıllarda Akdeniz’de, Ege’de ve yurdun birçok köşesinde çıkan büyük orman yangınları, yalnızca ağaçları değil; yaban hayatı, köylülerin geçim kaynaklarını, çocukların oyun alanlarını, yaşlıların hatıralarını da küle çevirdi. Yangın sonrası o siyah toprağın üstünde sessizce yürüyen bir çocuğun ayak izinde, bir kuşun suskun kanadında, bir yaşlının titreyen ellerinde aynı cümle saklıydı: "Bu sadece bir yangın değil, bir yok oluştu." Ve o yok oluşun içinde insanın payı, alevden daha derin bir yaraydı.

Yangın, her çağda insanın sınavıdır. Geçmişte bir sarık, bir kaput, bir tulumba ile verilen mücadele; bugün ısıya dayanıklı giysiler, hava desteği ve gelişmiş iletişim sistemleriyle sürmektedir. Ama ne alevin dili değişmiştir ne de külün hüznü. Yangın hâlâ kırmızıdır; hâlâ sıcak, hâlâ yıkıcı. Fakat artık insanın eli, aklı ve vicdanı daha örgütlüdür. Yeter ki o vicdan, ihmalin sessizliğine teslim olmasın.

Su kaynaklarımızın hayat bulduğu, iklimin nefes aldığı ormanlarımızı yok olmaktan kurtarmak, artık sadece bir çevre meselesi değil; bir vatan görevidir. Bu uğurda millî bir seferberlik ilan edilmesi, sadece mümkün değil, zorunludur. Yangın çıkış nedenlerini araştırmak, öncesinde alınabilecek tüm tedbirleri sıkı bir disiplinle uygulamak, sadece kurumların değil her bir bireyin sorumluluğundadır. Çünkü bir kıvılcım yalnızca toprağı değil, geleceğimizi de yakar.

Artık topyekûn bir uyanışa, geniş çaplı bir ortak şuura ihtiyacımız var. Yangınları söndürmek kadar, onları hiç çıkmadan durdurmak da bizim elimizdedir. Aksi hâlde her yaz, aynı küllerin içinden aynı cümlelerle yas tutmak zorunda kalacağız: "Yine geç kaldık." O yüzden artık geç kalmamak için, ormanı bir ağaç kümesi değil, bir milletin yeşil hafızası olarak görmeli; toprağa düşen her kıvılcımı, bir evladın feryadı gibi ciddiye almalıyız.