Çocukluğumdan beri yolculuklara dayanamam. Bindiğim büyüklü küçüklü her araçta aşırı mide bulantısı, kusma, karın ve baş ağrısı gibi dertler ben kendimi bildim bileli hiç eksik olmazdı. Sanırım annemde de bu saydıklarımın tümü vardı ve ondan geçmiş olmalı bu sorun, bu araba tutması.

1988 yılından sonra ise hukuk fakültesini kazanınca Ankara’ya gidip gelmek bir zorunluluk olmuştu artık.  O zamanlar uçağa binmek benim gibi memur çocuğuna olağanüstü bir lükstü. Hazar, Murat, Harput gibi otobüs firmalarıyla o yıldan sonra yolculuk işkencesi başladı benim için.

Yılda 4-5 kez Elâzığ-Ankara arasında yolculuk benim için olağan bir yaşam biçimi olmuştu. Gürün, Mucur gibi iki ilçede 1’er saat mola veren otobüsler yaklaşık 12 saat yolculuk sonrası gideceği yere varırlardı.

Yolculuklar arttıkça mide bulantım azalmaya, alışmaya başlamıştım. Birtakım önlemlerim de vardı, pencereden sağa sola bakmamak, yanımdaki ile pek konuşmamak, yemek yememek, su içmemek gibi…

700 kilometrelik Ankara-Elâzığ arasında Malatya, Sivas, Kayseri, Kırşehir illerinden geçerdik, henüz Kırıkkale il olmamıştı. Bizde bilindiği üzere, demiryolu projesi komünizm korkusu nedeniyle Atatürk’ten sonra geliştirilmedi. Küçük Amerika olma düşleriyle, 1950’lerden sonra Türkiye karayolları ile donatıldı, paralı yollar, çift şeritli yollar geliştikçe gelişti. Bu beraberinde otomobil sektörünü, petrol sektörünü de geliştirdiği için bu konularda dışa bağımlı olan bizi iyice Batı ve Amerika’ya mecbur etti. Bence bu da bu ülkeyi yönetenlerin bir projesiydi.

1980’den bu yana ülkemiz Amerikan yanlısı tutum ile, özel bir şirketi işletir gibi yönetildiğinden, bu yolların, arabaların, tesislerin gelişmesi olağandır. Havaalanları da böyle. Her yanda Batılı, Amerikan şirketlerin işyerleri, mağaza zincirleri bizi tutsak etmiş durumda. Hele son 18 yılda ülkede ne var ne yok, banka, rafineri, tesis, fabrika demeden özelleştirilip Batılı şirketlere satılınca artık nereye gidersek gidelim Batı’nın Amerika’nın kucağına düşüyoruz. Türkçemizi de ezen bir İngilizce mağaza adları, dev firmaların adları her yerde üzülerek görüyoruz. Her yerde tüketim toplumu yapıldığımızı gösterir izler.

Öğrencilik yıllarım bitince, mesleğe atılınca doğal olarak para kazanmaya başladığımdan bu kez de uçak yolculuklarım başladı. Uçak yolculuklarıysa, çoğunu gereksiz bulduğum güvenlik önlemlerini, kemer, ayakkabı, valiz incelemeleri, bilet ve uçuş kartları denetimleri derken, havaalanı kafeteryalarında çay, kahve işleri benim hiç hazzetmediğim işlerdi. Hadi, kitap, gazete, dergi almayı kabul de en çok da havaalanı mağazalarından alışveriş yapanları hiç anlamamışımdır. Bunlar da para harcatmanın yollarından olmalı. Güvenlik adına uçuştan üç saat önce toplandırılıp, saatlerce insanı bunaltan beklemeler, insanları tüketime mi sevk ettiriyor acaba?

Çevremizde reklamlar, her şeyin adı, markası yaban­cı, neredeyse hepsi de İngilizce. Oysa Anadolu dünyanın en iyi söyleşi yerleri hamamların, kıraathanelerin, kahvehanelerinin beşiğiyken, çay, kahve kültürü tüm dünyaya buradan yayılmışken, her yan Starbucks her yan ABD işletmeleri… Elimiz mahkûm…

Çoğu zaman gazete ya da basitçe okunabilecek kitaplardan alıyorum, bazen de e-kitap aletimle uğraşıyorum. Adı üstünde bu alet de Batı ürünü. Uçak beklerken bıkkınlık geldiğinde çevreyi gözlemliyor, belki buralardan bir öykü, bir yazı çıkar mı diye pusu kuruyorum. Kimi zaman da tanıdık yolcular ile karşılaşıp konuşuyoruz. Hiçbir yerde kültürle ilgili hiçbir şey yok. Bir fotoğraf ya da resim sergisi, birkaç tarihsel kalıntı, o yörede bulunmuş tarihsel yapıtların sergileneceği mini bir müze işimizi görmez miydi? 

Elazığ Havalimanı’nın da bir kıyısında küçük bir Harput ya da Türkiye müzesi nasıl olurdu? Aklıma geldi ki Elazığ’da bile açık bir müze yok ki havaalanımızda nasıl olsun…