Şeb-i Arus’a gitmek istedim…
İçimde uzun zamandır taşıdığım bir çağrıydı bu.
Konya’nın o maneviyatla dolu havasını solumak, semanın dönen nefesini dinlemek, Mevlâna’nın huzurunda içimdeki sessizliği bulmak istedim.
Ama kısmet olmadı…
Yollar açılmadı, zamanı denk düşmedi, nasip kapısı aralanmadı.
Gidemedim, ama gönlüm oradaydı.
Bazen insan bir mekâna bedeniyle değil, kalbiyle varır ya; işte öyle…
Konya’nın sokaklarında yürüyen adımlarım yoktu belki,
ama oraya akan bir özlemim, bir niyazım, bir niyetim vardı.
Şeb-i Arus gecesi yaklaşırken içimde hafif bir sızı, bir burukluk hissettim.
Kavuşamadığım bir huzurun, uzaktan izlediğim bir çağrının gölgesi gibi…
Ama ardından şunu da anladım:
Bazen nasip, yolun kendisi değildir;
o yolu arzularken kalbimizin kazandığı inceliktir.
Belki bu yıl gidemedim, belki vuslatın şehrine varamadım;
ama içimde bir umut bıraktım:
Kısmet olursa bir gün, o kapı bana da açılacak.
Ve ben, bu özlemi taşıdığım her an için daha derinden şükredeceğim.
Şimdilik Konya’ya giden rüzgâra bir selam bıraktım.
Belki o selam, Mevlâna’nın huzuruna kadar ulaşır…
Her yıl Aralık ayının soğuk akşamlarına, Mevlânâ’nın sıcak nefesi siner. Şeb-i Arus, yani “düğün gecesi”… Bizler için hüzünle karışık bir anma, Mevlânâ için ise “Sevgili’ye kavuşmanın bayramı”. Bir vuslat gecesi. Ayrılığın bittiği, ruhun yuvaya döndüğü, dünyanın gürültüsüne karşı kalbin derin bir sessizlikle cevap verdiği o kutlu an…
Ne var ki bu gecenin anlamı, yalnızca mistik bir ritüele ya da tarihe sıkışmış bir hatıraya değildir. Şeb-i Arus; insanın kendi içine tuttuğu bir kandil, ruhunun kendi karanlığına söylediği bir dua, modern dünyanın gürültüsüne atılan bir sessizlik çağrısıdır.
Mevlânâ, ölümü bir son değil; “kulun Rabbine kavuştuğu büyük düğün” olarak tarif eder. Oysa biz ölümle konuşmayı bile korku sayan bir çağın çocuklarıyız. Kaybedişlerden ürker, ayrılıklara sabredemez, gitmeyi hep ama hep eksilmek sanırız.
Mevlânâ’nın öğretisi burada birden kapıyı aralar:
“Aşk, ne eksilir ne tükenir; sadece yer değiştirir. Beden gider, mana kalır.”
Bu yüzden Şeb-i Arus; ölümün değil, “asıl hayata dönüşün” sembolüdür. İnsan, yeryüzünde sürgünde gibidir; her nefes, aslına dönmeye bir adım daha yaklaştırır.
Semazenler döner…
Beyaz tennure dönen bedenin kefenini; siyah hırka nefsin ağırlığını; sikke ise toprağa karışacak başı temsil eder.
Onlar dönerken, aslında bizde dönmesi gereken bir şeyler hatırlatılır:Kibirden tevazuya,Kırgınlıktan affa,Nefretten merhamete,İnsandan insana…
Semazenin avuçları birinin göğe, diğerinin yere dönüktür. Çünkü hakikatin denge olduğuna işaret eder:
Göğün sevgisini alıp yere, yani insana vermek…
Şeb-i Arus, yalnızca Konya sokaklarının ışıkları arasında kutlanan bir gece değildir. O gece, insanın kendi iç sesini ilk kez duyduğu andır. Bir anne, evladını bağışlamayı düşünür; bir baba, uzun zamandır unutulmuş bir helalliği hatırlar; bir genç, kendi karanlığıyla yüzleşmeye cesaret eder.
Çünkü Mevlânâ bir insanın içinde yanan ateşin üzerine su değil, anlayış döker.
Onun öğretisi bugüne de konuşur:
“Ne olursan ol gel” derken, aslında “kim olursan ol, olduğun yerden daha yükseğe çıkabilirsin” der.
Teknoloji büyür, şehirler kalabalıklaşır, entropi artar, kalpler yalnızlaşır. İnsan hızla yürür; ama ruhu hep geride kalır.
Şeb-i Arus, işte bu kopuşu onaran bir köprüdür:
İnsanın içindeki çocukla, içindeki yarayla, içindeki hakikatle yeniden buluşma gecesi…
Bugün Mevlânâ’nın sözlerine bu kadar ihtiyaç duymamızın sebebi de budur.
Çünkü O, insanı insana anlatır; insanı Yaradan’a götürür.
Bu gece, yalnızca bir anma değildir.
Bu gece; içimizde yıllardır susturduğumuz yanımızın kapıya vurduğu gecedir.
Mevlânâ’nın Rabbine kavuştuğu o “düğün gecesi”, bize de şunu fısıldar:
“Korkma… Ayrılık sandığın her şey, sonunda seni ait olduğun yere götürür.”
Ölüm bir son değil; yolculuğun en sessiz durağıdır.
Aşk ölmez; biçim değiştirir.
Ve insan, sonunda hep sevilene döner.
Şeb-i Arus işte bu yüzden bir matem değil; ruhun anavatanına dönüşün kutlandığı gecedir.
Ve gecenin en derin yerinde,
belki bir nefes, belki bir dua, belki bir gözyaşıyla fısıldarız:
“Ey Rabbim, biz de bir gün vuslatın kapısına varalım;
dünyanın yükünü değil, kalbimizin nurunu taşıyarak… Ben geldim…”
Belki bir sorgu değil bu, belki de en sessiz teslimiyet…
Ruhun sahibiyle buluşmasına duyulan hasretin ince, derinden dokunan bir ifadesidir bu…
İşte tam o anda Mevlâna’nın sözleri gök kubbede yankı olur:
“Can bedenden ayrılınca ne gam,
O can ki Hakk’a kanat çırpmaya gidiyor.”