Elazığ’ın tarihsel mekânı Harput üzerine yazılmış en güzel yapıtlardan biri olan “Harput Yollarında” adlı inceleme araştırma kitabını okurken MÖ. IX uncu yüz yıldan kalma, bölgenin krallarından birinin bir geyik avı sahnesini betimleyen bir taş kabartmayı görünce aklıma geldi.

Böyle 3000 yıl filan değil çok değil 100 yıl sonra günümüzü zehreden, yaşamımızı boğan, artık iyice kabak tadı veren gündemimizden, bizden, siyasetçilerden ne kalabilirdi geriye diye uzunca düşündüm.

Elazığ’da ve Türkiye’de yükselen kaba beton yığınları dışında; ahlâkın, eğitimin, kültürün, sanatın, sporun, ekonominin, dış politikanın, üniversitelerin, liyakatin, hukukun, herkesin, inançlıların da teminatı olan laikliğin, dinsel kurumların, askeri teşkilatların, devletin akla gelen en sağlam kurumlarının ne hale geldiği ortada….

Hemen her gün, deprem, sel baskını, terör saldırısı, göçmen seli, yangın, müsilaj, iş kazası görsek de nedense, bu felaketleri yıllardır olmadan önce önleyemiyor ancak olduktan sonra tespit ediyor, hemen sorumluları buluyor, lanetliyor, lanetlemede gecikenleri de ayrıca lanetliyor ve hemen acil planı devreyi sokuyoruz, ama nedense olayı neden önceden önleyemediğimizi, önlem almadığımızı soran eden yok…

Ardından yeni bir gündem önümüzde; hepimiz yine tartışıp, yorumluyor, kavga edip, konuş babam konuşuyoruz…

Bilim insanlarına göre, insanoğlu bir milyon yıldır dünyada. Yazı yazmak ise altı bin yıldır varmış.

Tarım, hayvancılık da öyle sandığımız gibi çok uzun geçmişe sahip değil.

Bilimsel düşünce ise üç yüz- dört yüz yaşında. Bilim ve tekniğin ileri derecede gelişmesi ise çok çok elli-yüz, internet ise yirmi yıllık bir hikâye...

Görüyorsunuz, artık her yağmurun sel olduğu, her yağan karın afete dönüştüğü, her kentin inşaat mezarlığına döndürüldüğü, ayda en az birkaç felaketin, kazanın yaşandığı, her olayın dış güçlere bağlandığı; sanatın, kültürel etkinliğin yalnızca mevlit okutmak sanıldığı; başımıza gelen her olayda çözüm yerine, dış güçlere, teröre, felakete beddua ve sövmeyi yeterli saydığımız, televizyonlarda saçma senaryolu tarihsel diziler, saçma haberlerle insanların palavra bir tarihle uyutulduğu günlerdeyiz.

Tanınmış tiyatro oyuncusu Uğur Yücel, “Her alanda vasatlık egemen, hayat zarafetini yitirdi" demiş. Katılmamak elde mi?

Elazığ’a bakın, siyasetçilerin içinde kaç tane dil ya da diller bilen, akademik eğitim almış, tiyatrodan, sanattan, kültürden anlayan biri var?

İçlerinden hangisi William Faulkner’ı, Jack London’u duymuş? Ya da hepsini bırakalım, bu topraklarla bağı olan Hamasdeğ’i, Şemsettin Ünlü’yü, Adnan Binyazar'ı, Orhan Kemal’i bilir?

İçlerinden hangisi Adnan Yücel'den, Turgut Uyar'dan, Enver Gökçe'den, Cemal Süreya'dan ya da bir Cahit Zarifoğlu'ndan ezbere bir dize okuyabilir?

Uygarlık için “inanma” isteğinin “öğrenme” isteğini baskılamaması zorunludur.

Köylere bile kurulmuş ama ilkokul düzeyindeki üniversiteler, kentlerde kaba beton binalar, toplumda yaygın bir hamaset kültürü, her alanda yitirilmiş incelik ve estetik...

Tüm kurumları çökmüş, kamu çalışanlarının çoğu siyasete bulaşmış, tatsız bir manzara ile karşı karşıyayız…

Bernard Shaw, demokrasiye, yozlaşmış azınlık tarafından atanmanın, beceriksiz çoğunluk tarafından seçilmesi ile yer değiştirmesidir” diyor.

Çıkarcı, ilkesiz, iki yüzlü tutumun cezalandırılmadığı; haksız ve haddini bilmeyenlerin hep bağırdığı ve haklı çıkıp hâkimiyetlerini ilan ettikleri; düşünen, sorgulayan insanın ise hor görüldüğü bir anlayış nereye değin sürebilir ki?

Einstein, Newton gibi büyük bilim insanları bile söylediklerinin son söz olduğunu ileri sürmemişlerken bizde siyasetçiler sözlerini, savlarını, varlıklarını ölümsüz görüyorlar...

Bertrand Russell da Erasmus’tan ve yapıtından söz ederken “en mutlu kişiler akılla bağlarını koparanlardır.” der.

Bu ülkenin birçok sorunu olduğu gerçek ama uzun uzun çözümlemelere, sözü uzatmaya gerek yok.

Yazımı yine Bernard Shaw ile bitireyim:

“Giyotine gönderilen bir adamın yerine yenisini koymak gereksizdir ama giyotine gönderilen bir toplumsal sistemin yerine yenisini koymak gerekir.”

Her neyse, dedim ya, insanoğlunun varoluşunun üzerinden bir milyon yıl geçmiş, yirmi-otuz yıl ne ki, varsın bir o kadar daha sürsün, umutluyum bu da geçecektir...

Sağlıcakla kalın...