Osmanlı döneminin Harput’unda kent planı diye bir şey yoktu. Mahallelerde, toprak damlı evler, köşkler,  camiler, mezarlıklar iç içe geçmiş durumdaydı. Harput sonradan da Elazığ için Osmanlı’da ilk planın ne zaman yapıldığını ya da yapılıp yapılmadığını bilemiyorum ama cumhuriyet döneminde kentteki birçok yapının yapımı için Harput’taki mezarların, evlerin, öteki yapıların taşlarının parçalanarak getirildiğini kaynaklardan (Harput Yollarında vb yapıtlarda) öğreniyoruz.

Eski resim ve fotoğraflarda Harput’un iki, üç katlı, ahşap, toprak, yapılarının yirmin­ci yüzyıl başlarına değin varlığını koruduğunu, doğa ve kent ile bir bütünlük içerdiğini, uyumlu olduğunu da görmekteyiz.

Bugün o yapılardan pek bir şey kalmadı. Harput, Elazığ bile 40 yılda iyice tanınmaz hale geldi. Çocukluğumda akrabalarımın oturduğu Nailbey Mahallesi’nin, tüm mahalleye yayılmış iki katlı evlerinin yerinde bugün yüksek beton yapılar var.

O günlerden bugüne kırk yıl geçti. Neredeyse yarım yüzyıl sonra da tüm sokaklar, caddeler, evler değişmiş, eski insanlardan eser kalmamış, ara sokaklardan arada bir geçerken başıma ağrılar giriyor, soluğum daralıyor, üzülüyorum. O plansız eski evlerdeki, o dar ve çamurlu sokaklardaki, mutluluk, huzur, esenlik kokan yerlerde sekiz on katlı beton yapılar var. Apartmanlar artık güneşin geçişine izin bile vermiyor. Bunaltıcı yaz günleri esinti, serinlik taşımadığı gibi, kışın da güneşi görmek olası olmuyor. O iki katlı toprak evlerin üç beş kişi ba­rındıran toprağında yükselmiş beton yığınlarında şimdi elli, yüz kişi barınıyor.

O eski evlerin çoğunda bir arka bahçe yeşili, hatta fıskiyeli havuzcukların serinliği, arka pencerelere asılı çiçekler, kafeslerde saka, kanarya gibi ötüşen kuşlar bulunurdu. Pencerelerin önündeki saksılarda fesleğen,  karan­fil, sardunyalar görüntüleriyle de kokularıyla da insanı etkilerdi.

Günümüz Elazığ’ında so­kaklarının beton barınaklarına tıkış tıkış yerleşmiş insanlar doğadan öylesine kopmuş ayakları topraktan öy­lesine uzaklaşmış ki çevrelerinde ne yeşil ne çiçeklerin renk cümbüşü ne ağaçlarda ne kafeslerde kuş cıvıltıları var.

O plansız iki katlı ahşap, toprak evlerin sokaklarında çeşme başı dedikoduları, mahalle kahvesi dostlukları, karpuz sergileri, çıkmaz sokaklarda, cami avlularında ayak topu kovalayan çocukların gürültülü çift kale maçları vardı. Kentin çarşılarında borulu gramofonlarda “Odeon Records” diye başlayan eski Elazığ türküleri olanca güzelliğiyle çalardı. Günümüz Elazığ’ında kuru gürültü yapan yerel sanatçılar, pop şarkıcılarının bağırtı, çığlıkları yükseliyor beton yığınlarının arasından.

Tüm bu çirkin gerçekler korkunç bir hızla her şeyi yutup yok ederken kimilerimiz şimdi hiçbiri var olmayan eski Elazığ mahallele­rini yeniden akıllara getirebilmek, o çamurlu sokakları o anıları yeniden canlandırabilmek gibi bir düşün peşindeler. Kimileri bunun anlamsız boş şeyler olduğunu ileri sürerken kimileri de “neden olmasın” diyorlar.

Kimi yazarak, kimi yapıları koruyarak, kimi kalan tarihsel yapıların kayıtlarını tutarak, kimi restore ederek düş gücünü zorlamayı sürdürüyor. Kim bilir bu yaptıklarımızın anlamsızlığını, işe yaramayacağını belki biz de görüp pes edeceğiz, bizi uyaranlara “haklısın” diyeceğiz.

Ne diyelim, bir yanda her yanı yüksek beton yapılarla doldurup do­ğayla tüm bağını koparmış, siyasetin,  sömürünün elinde oyuncak olmuş on binlerce insanın maruz bırakıldığı çıkar, vurgun, sömürü kargaşası; ötelerde kültürü, sanatı, kent mimarisini düşünen, yazan; camileri, çeşmeleri, kiliseleri, konakları, kalan son birkaç bahçeli evi koruyabilmek için çırpınan üç beş Donkişot kafalı kişi…

İşte ahvâlimiz, işte Elazığ...