Her yeni yıl, insanın kendine ve çevresine dönüp baktığı; kırgınlıkları azaltıp hoş görüyü çoğalttığı bir eşik olmalıyken bizde yılbaşı denince, hemen bir “memleket meselesi” üretmeye, insanların sofrasına, neşesine, selamına karışmaya meraklı tipler eksik olmaz.
Yılın son gecesinde bir araya gelmek, iyi dilekler paylaşmak, eş dost komşuya sağlık, mutluluk dilemek, hal hatır sormak; ne kimsenin inancına gölge düşürür ne de kimsenin kişiliğini eksiltir. Asıl insandan bir şeyler götüren, başkasının sevincine, huzuruna bile dayanamayan, ayrı saydığına katlanamayan kafalardır.
Bu bakış, insanın aklını da vicdanını da körleştirir; yeni yılı bir hesaplaşma bahanesine çevirir. Oysa insanlık, dayanışmada, birbirinin kapısını çalabilmekte, selamı esirgememekte, farklı olana saygı duyabilmekte saklıdır.
Çocukluğumda yılbaşı geceleri, -ki o zamanlar böyle günler daha 'memleket meselesi' haline getirilmemiş olduğundan- sıradan günlerden daha ayrı geçerdi.
Yeni bir yılın iyi dileklerle karşılanması amacıyla yakınlarımızla bir araya gelinir, o akşam saatleri birlikte geçirilirdi.
Yılbaşı günleri çevremde hindi yenildiğini pek görmedim ama tavuk yapıldığına tanık olmuşluğum çoktu.
Eğer tavuk pişirilmiş de pilavın içinden lades kemiği çıkmışsa, bu durum aile içinde keyif veren tatlı bir yarışmaya dönüşür ve büyüklerin bu şakalaşmasını neşeyle izlerdik.
Yılbaşlarında piyango bileti almak da ayrı bir olaydı. İnsanların Milli Piyango kurumuna güveni bugünkünden çok olduğundan, Nimet Abla gişesinde kuyruklar oluşur, İstanbul’da yakını olanlar oradan bilet aldırmaya çalışırlardı.
Keban’da bilet satma işini gazete bayisi Kederi Dağıtım ya da Ağın'dan gelen muhtar Kenan Çobanoğlu yapardı.
Aile bireylerimizin tebrik kartları başka illerdeki tanıdıklara gider, onlardan da bize; genelde kar görüntülü, kimi zaman da hangi kentten geliyorsa oraların fotoğraflarının bulunduğu kutlama zarfları gelirdi.
Almancıların kartlarıysa oynatıldığında hareket eden fiyakalı türden olurdu.
Çocukluğumda, yılın son günü derslerimiz bir türlü geçmek bilmezdi.
Lüks sayılan mandalina, muz, portakal gibi ürünler o akşam yenilecek meyveler arasında görünürdü.
Çerez olarak da menüde Ağın leblebisi, dut ya da üzüm pestili, orcik, badem, ceviz içi ve kayısı çekirdeği (çiğit) bulunurdu.
Keban’da, hemen her evde o dönem tek ısınma aracı kuzine sobalardı. Bu sobaların fırın bölümünde kestane, üzerinde de çay pişirilirdi.
O akşam, biz çocukların canı Coca Cola çekse de o zamanki ekonomik koşullarda bu her zaman olası değildi.
Her aile kendi ölçülerinde hazırlamış olduğu yalın yılbaşı sofrasında yemeğini yer, birlikte yeni yılı kutlamak istedikleri yakınlarıyla oturur ve insanlar yılın son dört-beş saatine hep birlikte birlikte girerlerdi.
Yemekten sonra, televizyonunun olmadığı tarihlerde büyüklerimizin sorduğu bilmeceler yanıtlanır, kimi zaman da çocuklar ya da ruhu çocuk kalmış büyüklerin de bize katılmasıyla tombala ya da isim-şehir oyunu oynanırdı.
Televizyonun gelmesinden sonra, yılbaşlarında, Zeki Müren, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses gibi zamanın prestijli sanatçılarını ekranlarda görebilirdik.
Yeni yıla girileceği anda Zeki Müren yeni yıl mesajını verir, ardından da Nurhan Damcıoğlu’dan kantolar izlerdik.
Uykuya dirençliler Nesrin Topkapı'yı izleme şansını elde ederlerken, benim gibi bir uykucunun ise gece ikiye kadar dayanması mümkün değildi...
Televizyonun getirdiği bir başka yenilik de Milli Piyango çekilişini canlı vermesiydi.
Saatler 00.00’ı gösterdiğinde herkes birbirinin yeni yılını tebrik ederdi. Yeni yıl yeni bir umut yeni bir heyecan olarak görülürdü.
Belirttiğim gibi, yılbaşlarının "memleket meselesi" haline getirilmediği dönemlerde en inançlı ailede bile bu masum görüntüler olabilirdi.
Çünkü o zamanlar bu türden bir kutlamanın günümüzdeki gibi “Hristiyan geleneği”, “gavur taklidi”, "iman zayıflığı" olduğu gibi propagandalar olmazdı.
Toplum da bilinçliydi ve 31 Aralık günündeki yılbaşı ile 24 Aralık’ta Batılıların kutladıkları “Noel”in aynı şeyler olmadığını bilir, bunun inanca, imana bir zararı olmadığının çıkarımını kolaylıkla yapabilirdi.
Osmanlı devrinde de Hicri takvime göre 1 Muharrem itibariyle yılbaşı kutlamaları yapılırdı. Muharrem ayının ilk günü resmî törenler olur, şairler yazdıkları şiirleri padişaha sunarlar ve yeni yıl için iyi dileklerde bulunurlardı.
Kısaca Osmanlı’da bile yıl başı, bugünkü gibi keskin bir kültürel kırılmaya işaret etmiyordu. Tanzimat’la birlikte resmî belgelerde Hicri takvimin yanında Rûmî ve milâdî takvimin de kullanılmasına ilişkin kararlar alınmış, ‘nevsâl’ ve yeni yıl kavramı devlet işleyişinde giderek görünür olmuştu.
İstanbul’daki yabancı elçilikler ve Beyoğlu merkezli Levanten çevrelerde Noel ve yılbaşı kutlamaları açık biçimde yaşanırken, saray bu yaşam biçimini izler, bilir; ama mesafesini korurdu. Batı gelenekleriyle ilk kutlamaysa 1829’da II. Mahmud zamanındadır.
Bizde, komşulara, yakınlara, dostlara ikram gelenektir. Yıl başını da böyle düşünmek, bu akşama başkaca bir anlam yüklememek gerekir.
Kaldı ki, Batıdaki özel günlerdeki çılgın tüketimler, aşırıya kaçan eğlenceler ve taşkın davranışlarla, bizdeki akrabalarla birlikte küçük bir yemek yemeyi; çiğ köfte, mandalina ikramını, aynı nitelikte değerlendirmek doğru bir tutum da değildir.
Geçmişte kutlanan yılbaşı geceleri akrabalık ve komşuluk ilişkilerini perçinleyen, toplumsal dayanışma duygularımızı artırmaya yönelik etkinliklerdi.
Yeni yılınızı içten dileklerimle kutluyor, 2026 yılının hepimize sağlık, mutluluk, huzur ve en çok da sorgulayabilme yetisi getirmesini diliyorum...
CEM BAYINDIR / 31.12.2025
