Bir kentin “modernleşmesi” çoğu zaman daha yüksek binalar, daha geniş yollar ve daha parlak vitrinler üzerinden öyküleştirilir. Oysa kent dediğimiz şey, yalnızca imar planlarının, betonarme hesaplarının ve trafik akışının toplamı değildir; kent, bellektir, daha önce de yazdım, kent; bir kapı tokmağı, bir avlu gölgesi, bir çeşmenin sesi, bir mezar taşının yazısı… İnsan nasıl anılarıyla insan kalıyorsa, kent de belleğiyle kent kalır.

Elazığ’ın son yarım yüzyılda yaşadığı dönüşüm, bu açıdan bir “yerinde dönüşüm” değil, bir “yer yitimi” gibi duruyor. Nailbey’in sokaklarında; Bayır, Akın, Bağlar, Tuncay, Köprü, Yenice hattında bir zamanlar yan yana duran iki katlı evlerin, bahçelerin, cumbaların, toprak damların yerine yükselen tekdüze beton kütleler yalnızca silueti değil, mahalle kültürünü de dönüştürdü. Bugünlerde delik deşik edilmiş, savaştan çıkmış gibi görünen sokak aralarında bir zamanlar, komşuluk, kapı önü sohbeti, gölgeli avlular, çocuk sesleri; tüm bunlar, birkaç kuşak içinde gündelik yaşamın doğal parçaları olmaktan çıkıp anılarımızın içine taşındı. Bugün “yenilik” dediğimiz şeyin, çoğu kez çamura bulanmış, ruhsuz bir benzeşmeye dönüştüğünü acı deneyimlerle görüyoruz.

Bu yitimin en can yakıcı tarafı, çoğu kez “kaçınılmaz” diye sunulması. Oysa hiçbir yıkım kaçınılmaz değildir; gereksiz deneyimlerin, öncelik, önceliklerin ve savsaklamaların sonucudur. Kentin tarihsel katmanlarını korumak, bir geçmişe özlem arayışı boş bir uğraşı değil; topluma güven duygusu veren bir yerleşiklik inşasıdır. Çünkü insanlar tutunacak bir iz arar: aynı sokak adı, aynı taş merdiven, aynı kapı aralığı… Bunlar, bellek ile gelecek arasında köprü kurar.

Harput, bu köprünün en güçlü ayaklarından biridir. Harput yalnızca bir “turistik tepe” ya da birkaç fotoğraf karesi değildir; özgün ezgileriyle, diliyle, anlatılarıyla, ustalıklarıyla yaşayan bir kültür mekânıdır. Harput evinin planı, taş işçiliği, avlu düzeni; bir mimarlık ayrıntısı olmanın ötesinde, bir yaşam sisteminin ve yaşam inceliğinin derin izlerini taşır. Harput türkülerinin hüznü, makamların titizliği, meclislerin görgüsü; kentli olmanın inceliğini öğretir. Elâzığ merkez ile Harput arasındaki bağ zayıfladıkça, yalnız eski bir dokuyu değil, kendi köklerimizi ve söze sinmiş anılarımız da tarihe karışır, yiter.

Bu nedenle iş yalnızca “eskiyi korumak” değildir; eskiyle birlikte yaşamayı öğrenmektir. Bunun için yapılabilecekler duygusal dileklerin ötesindedir: Önce bir “kent belleği dökümü” gerekir: korunması gereken sokak dokuları, çeşmeler, hamamlar, mezarlıklar, konaklar, taş yapılar, hatta gündelik nesneler… Bu döküm, uzmanların olduğu denli mahalle sakinlerinin de katkısıyla hazırlanmalı; fotoğraflar, sözlü tarih görüşmeleri, aile arşivleri bir araya getirilmelidir. Elazığ’ın yaşayan tanıkları, “nerede ne vardı”yı anlatırken yalnız geçmişi değil, bir arada yaşama biçimimizi de anlatır; bu anlatılar kayıt altına alınmadıkça hızla yiterler.

İkinci adım, bu tarihsel dökümü, tozlu raflarda bırakmayan bir koruma-yaşatma planıdır. “Koruma” yalnızca yasaklamak değildir; doğru yol göstermelerle, doğru denetimlerle ve nitelikli tasarım ilkeleriyle kente soluk aldırmaktır. Restorasyon, otantik olanı yapay dekorlarla değiştirmek değil; yapının ruhunu ve kullanımını sürdürmektir. Harput’ta ve kent merkezinde yapılacak her dokunuş, yöreye özgü malzemeyi, ölçeği ve sokak siluetini gözetmelidir. Bir sokakta yan yana dizilen yapıların yüksekliği, cephe oranı, çıkmaları, avlu ilişkisi ve sokakla kurduğu mesafe; kentin “müzik gibi” ritmini belirler. Bu ritim bozulduğunda, kent yalnız çirkinleşmez; anlaşılmaz biçime dönüşür.

Üçüncü adım, adlardır. Sokak adları birer levha değil; birer kimlik tümcesidir. Adlar değiştikçe, yön duygumuzla birlikte belleğimiz de şaşar. Eski sokak adlarının yaşatılması, en az tarihsel yapılar gibi değerlidir. Yeni adlandırmalar yapılacaksa bile, eski adları yaşatan çift adlandırmalar gibi yöntemlerle belleğe saygı gösterilmelidir.

Ve kuşkusuz mezarlıklar… Mezarlıklar bir kentin en dingin en sakin arşividir. Bir mezar taşındaki hat, bir tarih düşümü, bir aile adı; kentin soy kütüğüdür. Taşların tahrip edilmesi, yalnızca fiziksel bir zarar değil, toplumsal bir unutmaya giden bir eylem biçimidir. Mezarlık alanlarının güvenliği, bakım planı, taşların belgelenmesi ve onarımı; belediye, müze ve ilgili kültür kurumlarının ortak yürüttüğü, açık ve sürekliliği olan bir programa bağlanmalıdır.

Dördüncü ve belki de en etkili adım, kültürü gündelik yaşama geri çağırmaktır. Harput müziğini, sözlü anlatı geleneğini, taş ve ahşap ustalığını “izlenilen” değil “öğrenilen” bir mirasa dönüştürmek olasıdır. Okullarda yerel tarih çalışmaları, mahalle yürüyüşleri, müze-atölye iş birlikleri; gençlerin kente dokunuşunu artırır. Kültür turizmi ise ancak böyle bir içtenlik ve süreklilikle, kent ekonomisine nitelikli katkı sağlar. Korunan bir kapı, onarılan bir çeşme, yaşatılan bir sokak adı; bir kentin kendine saygısının en görünür izleridir.

Elazığ’ın geleceği, belleğini yitirmiş bir “yeni kent”de değil; Harput’tan gelen kültür damarını merkezle yeniden buluşturacak bir ortak akılda saklıdır. Kentimizde bizden sonrakilerine, çocuklarımıza “burası eskiden şöyleydi” diye anlatacak bir şeyimiz olmasın istemiyorsak, bugünden başlamalı, kuru ve soğuk betonun hızına kapılmadan, taşın sabrına dönerek çaba göstermeliyiz. Çünkü kentler unutuldukça küçülür; anımsandıkça devleşir…