Zamanın nasıldı dile gel Harput
Yad elde ağlarım ele gel Harput
Eski günlerinde güle gel Harput
Esen yellerinde çöl sesi mi var?
(Geleneksel Elâzığ)

“Harput’un ahvalini sormayın dad yok, dad yok.” (İğdeli Baba)

Elâzığ’ın bugünlerdeki kültür ortamı, yukarıdaki iki alıntıdaki gibi yorgun ve daralmış. Yalnızca son haftaların haber akışı bile bunu gösteriyor: Ekim 2025’te ‘Altaylar’dan Hazar’a’ temasıyla düzenlenen 28. Hazar Şiir Akşamları yine aynı çemberin içinde kurgulandı; aynı adların, aynı düşünsel kısır döngüde dolaştığı bir program iklimi yaratıldı.

Cumhuriyetin 102. yılı kutlamalarında sahneye çıkacak sanatçıdan, bu tür etkinliklerin eşlikçisi figürlere kadar, tercihlerin tek bir damara akıtıldığı görülüyor. Bir siyasinin İlim Yayma Vakfı Mütevelli Heyeti başkanı oğlunun kente gelişi çevresinde örülen gündem, ardından yine davet edilmiş bir başdanışmanının konuşmaları, verdiği mesajlar…

Bir kentin kültür takvimi, siyasal ve aynı düşünsel tiplerin protokol akışına indirgenemez; indirgenirse kültür, toplumun buluştuğu ortak bir alan, kamusal bir buluşma zemini olmaktan çıkar, ‘bir taraftar etkinliği’ne dönüşür. Uzun aradan sonra düzenlenen bu yılki Hazar Şiir Akşamları’’ da ne yazık ki amatörce; yerel ölçekte amatör şiir heveslisi adlarla doldurulan bir çizgide, kentin ufkunu daraltmış; toplumca bilinen ozan-yazarları dışarıda bırakarak çoğulculuğu yok etmiştir. Bu türden dar bakışın Elâzığ’ı her geçen gün içe kapanıklaştırdığı bilinmesine karşın bu yanlışta ısrar edilmesinin bilinçli olduğu ortada.

Buradaki itiraz, inanca, muhafazakârlığa ya da herhangi bir düşünceye değil; tek sesliliğin resmîleştirilmesinedir. Elâzığ’ın tarihsel hafızası –Harput’un medreseleri, okulları, cemaatleri, zanaatkârları, çok dilli çok kültürlü dokusu– çoğulcu bir kültür haritasına işaret eder. Bugünse tam tersine, kentteki başlıca etkinliklerin seçimi, konuk tipi ve içerik kurgusu ‘daraltıcı’ bir tercihe saplanmış durumda.

Bu durum, ayrı estetik damarları, eleştirel düşünceyi ve çağdaş Türk yazınının ana akımlarını dışarıda bırakıyor; Elâzığ’la bağları olan Zülfü Livaneli’den Orhan Kemal’e, Tahir Abacı’dan, Şemsettin Ünlü’ye, Muzaffer İzgü’den Ayfer Coşkun’a, Kamran Yüce’den Necmi Onur’a onlarca çağdaş yazarın çizgisine uzanan geniş bir yelpazeyi görmezden geliyor. Yine Elâzığ kültürünün önemli Divan ozanları Harputlu Rahmi, Hacı Hayri Bey gibi adlar da unutulmaya yüz tutmuş durumda. Kent, kendi çocuklarına ve Türk edebiyatının çeşitliliğine mesafeli oldukça, ‘kültür’ü temsili bir vitrin öğesine indirgiyor.

Öte yanda kitap fuarları da böyle, geçen yıl da yazdım. Yıllardır yinelenen bir tablo var: Aynı yayınevleri, aynı konuşmacılar, aynı tipler, aynı ideolojik hizalanma. Fuarlarda, telif ve çeviri sorunlarını dert eden, klasiklerin nitelikli edisyonlarını titizlikle çoğaltan, genç yazarlara editoryal emek veren yayınevleri yerine, propaganda metinlerini ‘edebiyat’ süslemesiyle dolaşıma sokanlar öne çıkarılıyor. Bir kentin fuarı, okurun ufkunu genişletmeli; çocuk edebiyatından şiire, felsefeden görsel sanatlara kadar nitelikli bir çeşitliliği güvence altına almalı. Oysa Elâzığ’da fuar, ticari ve siyasi metaların sergisine dönüşüyor; çeviri kalitesinin, dil bilincinin ve editoryal etiğin taban tabana ihmal edildiği örnekler ‘başat’ hale geliyor. Bu, kentin gençlerine ve öğrencilerine karşı en büyük haksızlık. Çünkü fuar, bir kent için okuldan daha öğretici olabilir; iyi tasarlanırsa.

Biliyorsunuz, kentte geçmişin mekânsal hafızası da hoyratlıkla zedelenmiş durumda: belediye binalarının, eski mezarlıkların ve sivil mimarinin yok edilerek, taşlarının dev yapılara, yüksek katlı kent inşaatlarına devşirilmesi; Harput’un bahçelerinden Tebrizi gülün çekilip alınmasına benziyor. Kültür yıkımı da bu dar ufukta gerçekleştiğinden, kentin tarihsel mekanlarının yıkımlarından ayırtsız. Bilinçli bir bellek yitiminin adımları bunlar. Bellek eridikçe hoşgörü de eriyor; yerini sertliğe, dışlayıcılığa, “benim gibi düşünmeyene sahne yok” anlayışına bırakıyor.

Burada hepimizin payı var. Yetersiz yerel yöneticiler, günü kurtarmaya ayarlı siyaset, ‘yönetim’ yerine ‘protokol’ işlevi gören kültür birimleri; akademinin nitelik yitimi, okullaşmanın düşünce üretmek yerine bilindik yinelemelere (tekrara) saplanması; yerel basının can çekişmesi… Hepsi, bu çoraklığın harcına karıştı. Elbette işini iyi yapan, emeğini esirgemeyen öğretmenler, akademisyenler, sanatçılar da var; ancak genel eğilim, vasatı kutsayan bir rahatlığa teslim.

Peki ne yapmalı?

Bir: Program kurullarını çoğulculaştırmalı. Kentin kültür takvimine karar veren kurullar, yalnızca siyasal kimlik üzerinden değil; edebiyat, müzik, tiyatro, sinema, felsefe, mimari, çeviri ve çocuk edebiyatı gibi alan uzmanlarından oluşmalı.

İki: ‘Kitap fuarı’, ‘Sinema Günleri’,’ Şiir Akşamları’ vb. etkinlikler kuşatıcı bir kurguya kavuşturulmalı. Öncelikle evrensel bir ‘klarnet festivali’ düzenlenmeli, buraya Balkan ülkelerinden Amerikalı zencilere, İspanyollardan Araplara birçok insan çağrılmalı. Yalnızca imza günü ve sahne söyleşisi değil; editörlük atölyeleri, çeviri çalıştayları, şiir ve öykü klinikleri, yerel tarih sempozyumları, Harput mimarisi ve müziği üzerine halka açık dersler eklenmeli.

Üç: Elâzığ, kendi sanatçılarına da kapılarını içtenlikle açmalı. Elâzığ kökenli ya da Elâzığ’a emeği geçmiş kuşaklardan adlar, sinema, sahne, müzik, resim, opera, heykel sanatından adlar –kimlik ve görüş ayrımı olmaksızın– düzenli ‘onur konuğu’ olarak davet edilmeli.

Dört: Gençlere alan açılmalı. Lise ve üniversite öğrencilerinin yazarlık, çeviri, koro, kısa film, fotoğraf yarışmaları ve bireysel gelişim programlarıyla kültür takviminin kurucu öznesi haline gelmesi sağlanmalı.

Beş: Mekân hafızası onarılmalı. Harput ve kent merkezindeki tahrip edilmiş sivil mimari için nitelikli restorasyon ve belgeleme projeleri, kültür etkinliklerinin ayrılmaz parçası olmalı.

Şunu unutmayalım: ‘Kültür’ bir kentte, ayrı dünya görüşlerinin omuz omuza durabildiği, nesillerin birbirinden öğrendiği zengin bir pazar yeridir. Bir tarafın sahneyi tek başına işgal ettiği yerde, sanat susar; suskunluksa en çok gençlerin diline çöker. Elâzığ’ın müziği, Harput ağzı, divan şiirinin ezberleri, çok sesli bir uygarlık düzleminde buluşmayı hak ediyor. Bu kentte, klarnetin, bağlamanın yanında piyano da olmalı; türkücüyle besteci, ozanla çevirmen, romancı ile tarihçi aynı masada oturabilmeli.

Yıllar önce Harput’un sokaklarında dillere dolaşan hoşgörü, bugün de olası; yeter ki yönetenler istesin, Elazığlılar talep etsin, kurumlar da bu talebi planlı, şeffaf ve kapsayıcı biçimde örgütlesin.

Son söz: Harput’un ruhu, bir ‘anma dekoru’ değil; yaşayan bir kültür ekosistemi olarak soluk almalıdır. Elâzığ’ın kültürü, kimsenin tekelinde değil; kentin tüm çocuklarının ortak mirasıdır. Aynı yüzlerin, aynı sözlerin, aynı afişlerin tekrar ettiği bir takvim ne Elâzığ’a yaraşır ne Harput’un aziz anısına. Çözüm, sahneyi genişletmekte ve sözü çoğaltmakta. ‘Dad var’ demenin yolu da buradan geçiyor.