Her sarayın bir tahtı, her tahtın da bir dalkavuğu vardır. Kimileri dalkavukluğu yalnızca modern zamanlara ait bir ayıp sanır. Oysa bu, tarihin gölgelerinde yankılanan ve çağlar boyunca şekil değiştirerek varlığını sürdüren kadim bir figürü görmezden gelmektir. Dalkavukluk, yalnızca bir yaltaklanma biçimi değil; kimi zaman hicvin kıyısında dolanan bir zekâ oyunu, kimi zaman bir karakter mesleği, kimi zaman da güç karşısında sergilenen alaycı bir duruş olagelmiştir.
“Dalkavuk” sözcüğü, yazılı kaynaklarda ilk kez milattan sonra ikinci yüzyılda, doğrudan bir “meslek” adı olarak belirir. Antik Yunan filozoflarının tasavvur dünyasında belirip mitolojinin çok katmanlı anlatılarına karışır. Bu figür, Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı eserinde yeniden yankı bulur; ardından felsefî tartışmaların keskin zeminlerinde yaşamayı sürdürür.
Zamanla dalkavuk, sadece eğlence meclislerinin oyuncağı değil; iktidara yöneltilen ince yerginin, zekice alayın ve toplumun susarak anlattığı hicvin cisimleşmiş hâli olur. O, hem eleştiri aynasında beliren bir silüet, hem de dalkavukluğa duyulan ihtiyaçla varlık kazanan tuhaf bir karakterdir. Gücün hüküm sürdüğü her yerde, onun eteğine tutunan bir gölge de bulunur.
Bu figürün bilinen en eski yazılı temsillerinden biri, bugünkü Adıyaman’ın Samsat ilçesinde doğan Anadolulu Lukianos’a aittir. Roma İmparatorluğu döneminde farklı şehirlerde yaşamış, ardında pek çok eser bırakmıştır. Yunanca yazılmış olan bu hiciv dolu metin, Osmanlı tercüme heyetinden Vasilaki Vuka tarafından, Ahmet Vefik Paşa’nın himmetiyle Türkçeye kazandırılmıştır. 2016 yılında Büyüyen Ay Yayınları’ndan çıkan baskıda Eren Yavuz’un sunduğu ayrıntılı bilgiler, bu metnin asırlar boyu süren yolculuğunu günümüze taşır.
“Dalkavuk” kelimesi, yüzeyde “dal” ve “kavuk” birleşiminden doğmuş gibi görünse de bu sade etimolojinin ötesinde bir kimlik taşır. Artık sadece bir kelime değil; menfaat umduğu kişiye aşırı övgüyle yaklaşan, varlığını bu övgüyle meşrulaştıran bir duruşun adıdır.
Dalkavukluk, toplumun bildiği fakat adını koymaktan çekindiği, ironinin dilde yer bulduğu sessiz bir oyundur. Saray varsa dalkavuk da vardır; biri tahtta oturur, diğeri eteğine tutunur. Zamanla dalkavuk, görünmeden eğilen, iktidarın gölgesinde serpilmiş bir figür hâline gelir. Efendinin olduğu yerde, dalkavuğun gölgesi eksik olmaz.
Bu, yalnızca bir tarih notu değil; insanın güç karşısındaki ebedî imtihanının da aynasıdır. İktidarın olduğu her ortamda, ona boyun eğen bir söz de dolaşır. Bu söz kimi zaman övgüyle kamufle edilir, kimi zaman suskunluğun içine gömülür. Ancak her zaman oradadır. Dalkavukluk, yüzyıllar içinde inceltilmiş bir sanat gibi ustalaşır; kimi zaman da bir zanaatın sabrı ve maharetiyle şekillenir.
Özellikle Doğu saraylarında dalkavukluk, yalnızca bir meyil değil; zamanla örgütlü bir yapıya dönüşür. Emevî geleneğinden izler taşımakla birlikte, Abbasîler devrinde meslek hâlini alır. Artık yalnızca saraylarda değil, zadegân sofralarında, konaklarda da yer bulur. Hz. Ali’yi taklit etmek için karnına yastık bağlayarak halifenin huzurunda gösteri yapan bu figürler, güldürürken yergilerini de dile getirir hem ağırlanır hem de saygı görürler. Çünkü dalkavuğun güldürüsü, çoğu zaman suskunlukla anlatılamayanın maskeli biçimidir.
Bu figür, Petersburg’un buzlu saraylarından Paris’in ışıklı salonlarına; Londra’nın sisli caddelerinden Roma’nın mermer avlularına, Mısır’ın yakıcı sıcağından Hindistan’ın renkli bahçelerine kadar her yerde sahnededir. O yalnızca güldüren bir kukla değil; zekânın, gözlemin ve yer yer cesaretin ince bir bileşimidir. Ne yaptığını bilen, sınırını çizen, haddini aşarsa bedelini de göze alan bir sanatkârdır.
Osmanlı da bu gelenekten azade değildir. III. Murad’dan II. Mahmud’a uzanan dönemde, sarayda oldukça etkin oldukları anlatılır. Kimi konaklarda, devlet erkânına mensup kişilerin bile bu “sanat”ın bir parçası olduğu, dönemin kayıtlarına geçmiştir. Dalkavuklar yalnızca kişiler değil; kimi zaman lonca mensuplarıydı. Kâhyaları, mahfilleri ve rol aldıkları eğlence meclisleri vardı. Ruhlardaki bunalımı tebessüme dönüştürmek onların işiydi. Eğlendirmek değil, düşündürerek güldürmekti.
Zamanla bu figür, saraydan sokağa, esnaftan halka, halktan dile karıştı. Dünün dalkavuklarıyla bugünküler kıyaslandığında, o eski figürler neredeyse birer sanatkâr gibi durur. Çünkü onların yaptıkları belliydi, dalkavuklukları açıktı, belki de yetenekleri doğuştandı. Kim bilir?
Bir düğün alayında, saygın bir misafirin arabasına doğru koşan davulcunun gözleri, kasnağa sıkıştırılacak bahşişi arar. O an, dalkavukluğun halktaki yansıması değilse nedir? Davulcu paraya mı koşar, yoksa arabadan inene mi? Belki de her ikisine…
Osmanlı sarayının İncili Çavuş’u, Tıflî Çelebi’si, III. Murad’ın cüceleri… Hepsi birer dalkavuktu. Harem koridorlarında cariyelerin erkekleri taklit ederek Valide Sultan’ı güldürdüğü anlatılar hâlâ dilden dile dolaşır. Bu hikâyeler anlatılmadan silinmiş olabilir mi, yoksa bir gün arşivlerin tozlu raflarından tekrar mı çıkacak?
Dalkavukların loncaları, kethüdaları, hatta ücret tarifeleri vardı desem, bugün inanmakta güçlük çekenler olacaktır. Ancak şunu bilmek gerekir: Şaklabanla dalkavuğu, maskarayla sanatkârı bir tutmak hem tarih bilgisine hem de zarafete gölge düşürür. Orta oyunu ustalarıyla dalkavuklar arasında kimi benzerlikler elbette vardır; fakat dalkavuğun mimikleri, dili ve sarkastik duruşu kendine mahsustur.
Ve belki de en ilginç olanı şudur: Eski dalkavuklar, bu unvana sahip çıkarlardı. “Ben dalkavuğum,” derken bir sanatın mensubu olduklarını dile getirirlerdi. Oysa günümüzde bu kelime, bir hakaret olarak algılanır. Oysa dalkavuk, bir zamanlar saltanat gövdesine dolanan, efendisinin zihnine kıvraklıkla sızan bir zekâydı. Fatihlerin, cihangirlerin, kudretli sultanların yanı başında, zamanın en kritik anlarında sözünü tartarak söyleyen, efendisinin ağır yükünü tebessümle hafifleten bir adamdı o.
Ama hepsi bu kadar değildi. Saray entrikalarında, dalkavukların tek cümlesiyle dengeler altüst olurdu. Bir fıkra, bir beyit, bir bakış... ve kader başka bir yola sapardı.
Bugün hâlâ bir yerlerde bu tavır yaşıyor. Herkes kendi hikâyesinde bir yankı duyabilir. En yürek burkan olanıysa, çocuk yaşta tahta çıkmış bir hükümdarın önünde, ilimle, fikirle yoğrulmuş koca adamların boyun bükmesidir. Dalkavuk şaka yaparken gülen o çocuk hükümdar... Ve kenarda, söz sırası gelmeyen, başı eğik bir devlet adamı... İnsanın içini sızlatıyor.
Dalkavuklar sıradan kimseler değildi. Huzurda nerede oturacakları, hangi konulara ne zaman ve nasıl dâhil olacakları önceden belirlenirdi. Yerine göre bir beyit serdetmek, zamanına uygun bir nükteyi incelikle sunmak gibi—bugünün gözünde neredeyse sanat sayılabilecek—becerilere sahiptiler. Herkesin altından kalkamayacağı bir zanaattı bu. Zariflerin konaklarında, hatırlı meclislerde sanatlarını icra eder; mihnetlerinin karşılığında bazen bir ihsan, bazen bir lütuf alırlardı. Fakat o gösterilerin ardında neler hissederlerdi, bilinmezdi.
Bugünün örtük dalkavuklarıyla mukayese edildiğinde, tarihte kalanlar adeta zemzemle yıkanmış gibidir. Şimdiki zamana “dalkavuksun” desen, belki de mahkeme salonlarında bulursun kendini.
Dalkavuk, meddah, kavuklu, pîşekâr, yaltakçı, asalak, yalaka, yağcı… Her biri kendi devrinde ayrı bir perde aralamış, farklı yüzlerle sahneye çıkmış tiplerdir. Elbette aralarında fark vardır. Ama bugün, bu kavramların çoğu bir potada eritilmiş; anlamları bulanıklaşmıştır. Oysa her biri, ait oldukları çağın zevkini, hayata bakışını yansıtan simgelerdi.
Bugünse… Ünvanlar büyümüş, koltuklar yükselmiş, itibarı şişmiş nice kişi var ki, bir hakikati dillendirecek cesareti dahi kalmamış. Doğruyu söyleyemeyen ağızlar, dalkavuklardan daha büyük yaralar açıyor bu toprakta. Belki de en vahimi budur: Eski dalkavuklar işini bilirdi; bugünküler ne iş gördüklerini ne de kim olduklarını idrak edemiyor.