Beş sınıfın aynı çatı altında toplandığı köy okulunu hatırlayan var mı? Ben, ömrümün en saf yıllarını çatısı kiremitli, taş duvarlı, tek sınıflı o küçük okulda geçirdim. Ahşap çerçeveli pencereleri vardı; dışarıdan kapanabilen kalın kapakları kışın tipiden korurdu. Duvar aralarından sızan rüzgâr bazen uğultuyla dolaşır, tahtaların gıcırtısı sınıfa eşlik ederdi. Sınıfın ortasında ise çıtırdayarak yanan bir soba, hepimizi bir araya toplayan sıcacık bir merkezdi.
Kışları kar dizlerimize kadar iner, yolları bembeyaz bir sessizlikle örterdi. Yağmur mevsiminde gökyüzü günlerce aralıksız ağlar, damlardan süzülen damlalar okul avlusunda minik gölcükler bırakırdı. O günlerde bugünkü gibi “kar tatili” yapıldığını hiç hatırlamıyorum. Ne olursa olsun herkes okula gitmeye çalışırdı. Bazen annelerimizin ördüğü yün çorapların içinde ıslanan ayaklarımızla, bazen de birbirine tutunarak karın içinde açılan izleri takip ederek yürürdük.
Sobanın etrafında toplandığımızda, ıslak çoraplarımız ağır bir koku yayar ve dumanla birlikte sınıfın havasını doldururdu. Sobaya doğru uzattığımız ayaklarımızın üzerinden buhar yükselir, parmaklarımız önce sızlar, sonra yavaş yavaş ısınırdı. O acı-tatlı sızlama bile bize bayram gibi gelirdi.
Bizse küçücük kollarımızla kucakladığımız odunları sırayla taşırdık sınıfa. Çoğu kez odunlar ıslak olurdu. Sobayı tutuşturmak kolay değildi; önce inatla tütüp sınıfı kesif dumanla doldurur, gözlerimizi yaşartır, nefesimizi keserdi. Sonra ağır ağır yanmaya başlar, üzerimize tatlı bir sıcaklık yayılırdı. Ellerimizin kızarıp ısınışını izlemek bile başlı başına bir mutluluktu. Bazen ıslak odun yüzünden azar işitirdik. Oysa biz sadece köyün sert kışına çocukça bir sabırla direniyorduk.
İlkokul yıllarımdan geriye kalan en canlı hatıralar bunlardır. Bir de okulun bitiminde, diploma için başka bir yerde çektirdiğim tek fotoğraf… Çocukluğuma dair elimde kalan yegâne suret odur. Bazen diplomamı elime alır, o solgun fotoğrafın yüzüne uzun uzun bakarım. Sanki yılların tozlu raflarından sesler ve kokular geri gelir: sınıfta yankılanan öğretmenimin tok sesi, sobanın çıtırtısı, defter yapraklarının hışırtısı… O fotoğraf, çocukluğumun tüm dokusunu, küçük detaylarıyla birlikte içimde yeniden canlandırır.
Bizim kuşağın çoğu aynı yollardan geçti. Siyah önlüğü kim unutabilir? Ve beyaz yakalık… Birbirini tamamlayan iki renkti aslında, ama kim niye bu renkleri seçerek hayatımıza soktu, o da şimdi bir muamma. O önlüğün ceplerine sığdırmadığımız şey kalmazdı: misketler, sakız kâğıtları, küçük hazinelerimiz ve elbette çocukluk hayallerimiz… Önlük ne kadar özen göstersek de çabucak kirlenirdi. O günlerin şartlarında yıkamak kolay değildi. Çamaşır leğeninde kaynayan önlüklerin sabun kokusu hâlâ burnumda tüter. Bazen annelerimizin öfkesiyle aramızda ince bir mesafe oluşur, biz de çekingen bir sessizliğe bürünürdük; ellerimiz önlüklerin kumaşına hafifçe dokunur, sabunlu suyun sıcaklığını hissederdik.
Bugün geriye dönüp baktığımda, tüketim çılgınlığının olmadığı o günlerin kıymetini daha iyi anlıyorum. Defterin, kitabın, kalemin bile eskisi makbuldü bizim için. Önceki sınıflardan kalan, yarısı dolmuş defterler, sayfaları sararmış kitaplar, annelerimizin el emeğiyle diktiği bez torbalarda yeniden hayat bulurdu. O torbaların içine sinmiş sabun kokusu, annelerimizin ellerinin emeğiyle birleşirdi.
Bizim için yeninin cazibesi değil; var olanı özenle saklamak mutluluk sebebiydi. Belki de sevinçlerimizin kaynağı buydu: kanaatkârlık. Yokluğun içinde büyüyen bizler, hayatın tadını bugünün bolluğunda bulunamayacak kadar derinden tattık.
Elbette bugünün imkânlarını küçümsemek istemem. Teknolojinin, bolluğun ve kolaylığın çocuklara kattığı çok şey var. Ama siyah önlükle geçirdiğimiz o yıllarda yaşadığımız mutluluğun, bugünün bolluğunda bulunabileceğini sanmıyorum. Bizim sevincimiz küçük şeylere sığabiliyordu: defterin boş kalan son sayfasına, cebimize gizlediğimiz renkli bir kaleme, kış günü soba başında paylaşılan sıcak bir ekmeğe… O küçük anlar, hayatı büyük kılıyordu.
Geçip giden yıllara yanmıyorum; her dönemin kendine ait güzellikleri olduğuna inanırım. Ama çevremde gördüklerimden ve yaşadıklarımdan çıkardığım sonuç hep aynı: Siyah önlüklü hâlimizle biz gerçekten çok mutluyduk. Belki de bu yüzden, o günleri hatırladığımda içimi hâlâ aynı sıcaklık sarar. Çocukluğumun duman kokulu sınıfı, sobanın başındaki kızıllık ve arkadaşlarımın hiç dinmeyen kahkahaları hâlâ gözümün önünde…
Sonraki yıllarda siyah önlük devri kapandı; yerini ceket, kravat ve külfetli şapka aldı. Şapka başlı başına bir dertti. Koridorlarda asılı duran ucu topaklı askılıklarda çoğu zaman yerini şaşırır, aceleyle başkasının şapkasını takmak zorunda kalırdık. Kravat ve ceket ise muntazam olmalıydı; yalnızca okulda değil, sokakta yürürken bile düzgün durmaları gerekirdi. Bir gün koltuğumun altına sıkıştırdığım şapkadan ötürü ertesi gün müdürden azar işittiğimi hâlâ dün gibi hatırlıyorum.
Ortaokul yıllarının bu küçük hatıralarını yeniden satın almak mümkün mü? O günlere dönebilsek, belki de o hadiseyi kendi aramızda günlerce konuşur, her biri ayrı bir espriyle yorumlardık. Çocuk aklımızla şapkanın külfetini gülüşmelere dönüştürürdük; telaş ve kahkahalar sınıfın koridorlarını doldururdu.
Çanta ile tanışmamız da ilk kez ortaokul yıllarına rastlar. O çantalar ele alınır, kapağı “çıt” diye açılıp kapanırdı. Basit ama bize büyülü gelen bir kilit sistemi vardı. İçine koyduğumuz defterler ve kitaplar çoğunlukla üst sınıflardan kalmaydı. Sayfaları sararmış, kenarları kıvrılmış bu defterlerin içi adeta hazinelerle doluydu. Çözülmüş matematik problemleri, yarım kalmış ödevler, özenle yazılmış şiirler… Kenarlarına gizlice çizilmiş küçük resimler ve karalanmış hayaller her bir defteri bir rehber ve bilinmeyen bir dünyanın kapısını aralayan bir anahtar hâline getirirdi.
Okul önlerinde bardakla satılan leblebileri, mevsiminde çıkan meyveleri satıcılardan güvenle alırdık. Hatta bunun için cebimizde delikli paralar bile bulunurdu. O günlerde bir oto kontrol sistemi mi vardı, yoksa insanların içindeki dürüstlük mü ağır basardı bilinmez; ama kimsenin yanlış bir iş yaptığına pek şahit olmazdık.
Okullar açılmadan evvel evde hummalı bir telaş başlardı: Kitap ve defter bulma telaşı. Sadece biz değil, yakın akraba ve dostlar da devreye girer, eksiklerimizi tamamlamak için herkes seferber olurdu. Bu ortak çaba, bizi kitap ve defteri özenle kullanmaya sevk ederdi. Çoğu zaman onları dikkatle ciltler, temiz bez torbalara yerleştirirdik. Zor elde edilenin kıymeti, alın teriyle edinilenin ise bambaşka bir değer taşıdığını böylece öğreniyorduk.
Değerler eğitimi, kürsülerden anlatılan bir ders değildi. Biz onu yaşayarak, paylaşarak ve çabalamakla öğrendik. Derken sıra bize geldi, biz de kürsü başlarını işgal ettik. Bizden öncekilerle aynı heyecanı mı duyduk bilemiyorum; fakat onların yaptıklarını geliştirmeye çaba harcadığımızı hatırlıyorum. Karar vericilerin yanlış bulduğumuz uygulamalarına karşı kimi zaman sessiz bir direnç gösterdik. Dahası, kendi doğrularımızı uygulama gayretiyle yol aldık. Ve işte bugünlere kadar geldik.
Şimdi görüyoruz ki her vilayette üniversiteler açıldı, ama köy okullarının kapıları birer birer kapandı. Değerler artık yalnızca kürsülerden, mikrofonlardan ve ekranlardan tekrar ediliyor; o nutukların yeni nesillerde bir karşılık bulmadığını, içi boşaldığını hepimiz fark ediyoruz. Karar vericiler de görüyor elbette.
Meğer her şey siyah önlüğün ceplerinde saklıymış… Misketlerin, kâğıt parçalarının ve çocukluk hayallerinin arasında gizlenen asıl değer, kanaatkârlık, paylaşmak ve emeğin kıymetini bilmektir.
Okullar açılıyor. Hayırlı olsun demekten başka ne denir ki… Ama ben biliyorum ki, o siyah önlükle öğrendiğimiz değerler hâlâ canlı. Sobanın başında kızaran ellerimiz, ıslak çorapların buharı, çantalarımızda sakladığımız eski defterlerin kokusu ve ceplerimizde gizlenen misketler… Tüm bu küçük anlar, bugünün çocuklarına görünmez bir fısıltı gibi ulaşacak; paylaşmanın, emeğin ve kanaatkârlığın ne demek olduğunu anlatacak.
Belki bir gün, bir çocuk soba başında ellerini ısıtırken, eski defterlerin sayfalarını çevirirken veya bir misketi avucunda yuvarlarken, bizden kalan o sessiz dersleri hissedecek. Ve işte o an, zamanın ötesinde bir bağ kurulacak: Geçmişle bugün, siyah önlükle yeni nesil arasında, küçük ama gerçek mutlulukların köprüsü kurulacak.