Zaman…
Dokunamadığımız, tutamadığımız, geri saramadığımız tek yol arkadaşımız. Ne kadar hızlı aktığını çoğu zaman fark etmeyiz; bir bakmışız bir mevsim daha bitti, bir bakmışız yüzümüzdeki çizgiler bir adım daha derinleşmiş… İnsan, kendi hayatının içinden hızla geçen bu akışı ancak bir durup nefes aldığında hissediyor.
Bilim insanlarına göre zaman algımız yaşla birlikte değişiyor. Çocukken bir yıl bize sonsuz gelirdi; çünkü beynimizin işlediği yeni bilgi miktarı çok daha fazlaydı. Her şey ilk kez deneyimleniyor, anılar taze ,özel ve yoğun kaydediliyordu. Ne kadar çok yeni deneyim varsa, zaman o kadar yavaş algılanıyordu.
Yetişkinlikte ise beyin artık çoğu şeyi “tanıdık” sayar. Nöral yollar alışkanlıklarla dolar. Aynı günler birbirine benzemeye başladıkça, zaman bellekte sıkıştırılmış bir dosya gibi kaydedilir. Bilimsel araştırmalara göre rutin arttıkça zaman algımız hızlanır; yıllar bir sabah uyanıp aynaya baktığımızda yüzümüze çarpan bir gerçeklik olur.
Psikoloji bunu “aynılık illüzyonu” olarak tanımlar:
Günler aynıysa, yıllar kısa görünür.
Ama asıl acı olan, hızlanan zamanın bizi en çok kalbimizde yaralaması…
Bir gün evimizin salonunda kahkahaları çınlayan çocuklarımızın nasıl olup da bir anda el sallayıp uzaklaştığını fark edemeyiz. Ya da annemizin saçlarına düşen beyazların ne zaman çoğaldığını. Ya da ancak bir fotoğrafa bakınca ayırt edebileceğimiz görünüşümüz… Gözümüzün önünde akıp giden hayat, aslında bize sürekli bir şey fısıldar:
“Bugün, bir daha asla gelmeyecek.”
Bazen içimizde bir yer, hızla akıp giden zamana yetişemediğimizi fısıldar. Ne kadar tutmaya çalışsak da parmaklarımızın arasından kum gibi kayar anlar, saniyeler ,dakikalar… O yüzden belki de yapabileceğimiz tek şey; geçen her saniyeye biraz daha sevgi, biraz daha anlam, biraz daha iz bırakmaktır. Çünkü gün bitip de sessizlik çöktüğünde geriye sadece şunu anlarız: Zaman geçer, ama kalbimize dokunan anlar kalır. Hissettirdiklerimiz ve hissettiklerimiz …Sadece o anlar…
Fizikte zaman, termodinamiğin ikinci yasasıyla birlikte geri döndürülemez bir akışa sahip. Entropi her saniye artar; düzen düzensizliğe doğru akar. Evrenin bile zamanla yorulduğu bir gerçekliğin içinde, insanca bir çırpınışla geçen hayatlarımızın değerini anlamak zorundayız.
Belki de zamanın hızlı geçmesi kötü değildir.
Asıl kötü olan, bize verilmiş bu akışı hak ettiği kadar dolu yaşamamaktır.
Her sabah bir an durup hayata şöyle seslenebiliriz:
“Bana hızla aktığını biliyorum… Ama seni hissetmek için buradayım.”
Ve belki o zaman, zamanın akış hızı değişmez ama onun üzerimizdeki ağırlığı hafifler. Bize hissettirdiği yada bizim algımız değişir.Çünkü bilimin de söylediği gibi:
Duygu yoğunluğu artan her an, zamanın belleğimizde genişlemesine sebep olur. Sevdiğimiz bir anı, bir bakış, bir sarılış… Hepsi zamanı yavaşlatır.
Belki de hayatın sırrı tam burada saklıdır:
Zamanı durduramayız ama anları büyüterek onu daha yaşanır kılabiliriz.
“Zaman hızla kaçıyor olabilir, ama hissettiğimiz anlar kadar kalıyoruz bu hayatta.”