17/25 aralık döneminin Çevre Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar aradan yıllar geçtikten sonra dönemi aydınlatacak önemli açıklamalarda bulundu.

Bayraktar, 17/25 Aralık'ta ele geçen tapelerin, görüntülerin, kutu kutu dolarların hepsinin doğru olduğunu, iddia edildiği gibi ortada montaj diye bir şeyin bulunmadığını söyledi.

Oysa o dönem iktidar, kumpas- montaj diyerek, ortaya saçılan rüşvet ve yolsuzluğun üzerini örtmüş, yargı da bu savunmadan hareketle o ses kayıtlarına montajdır deyip çıkmıştı.

Aslında ortada montaj diye bir şey yoktu. Gülen örgütü iktidarı düşürmek için hareket etmişti ama ortaya saçılan iddialar, belgeler tamamen gerçekti.

O görüntüleri bırakın bir hukukçuyu, kreşten bir çocuk alıp izlettirseniz bu hırsızlıktır demekten tereddüt etmeyecektir. Ama bir ülkede yargı bağımsızlığını kaybettiğinde artık adalete değil, bağımlı olduğu yere hizmet eder.

Mahkemenin takipsizlik kararı ses kayıtlarının montaj olduğu varsayımına dayanıyordu. Şimdi olayın içinde olan bir bakan hayır montaj değildi konuşmaların hepsi gerçekti diyor. Aynı şeyleri Amerika'daki yargılamada Reza Zarrab'da söylemiş, kime ne kadar rüşvet vermişse tek tek açıklamıştı.

Takipsizlik kararlarını diğer kararlardan ayıran, yeni delillerin çıkması halinde her zaman davanın yeniden açılmasının mümkün olmasıdır. Bayraktar'ın açıklamaları, daha önce Savcılığın verdiği takipsizlik kararının bütün dayanaklarını yıkmıştır. Takipsizlik kararının gerekçeleri ortadan kalktığı için soruşturmanın yeniden açılması hukukun bir gereğidir.

Bazıları yeni yeni uyansa da o görüntülerin hepsinin doğru olduğunu birçok insan biliyordu. Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet olayı ortaya çıkarılmış ama üstü ustaca örtülmüştü. Nitekim Bayraktar o tarihlerde de, ben ne yaptıysam Başbakan Erdoğan'ın emriyle yaptım demişti. Bakanların Yüce Divan'a gönderilme sürecinde de Yüce Divan'a gidersek konuşuruz iddiaları/şantajları ortalarda dolaşıyordu. Kimse, kimi konuşursunuz diye sormaya bile cesaret etmedi.

Şimdi farklı bir durumla karşı karşıyayız. Kimin suçlu kimin masum olduğuna karar verecek olan yargıdır. Yargının işini yargıya bırakarak gelelim asıl meseleye. Aslında her şey gözümüzün önünde oldu. Hararetle kumpas ipine sarılanlar bile olan bitenin gerçek olduğunu biliyorlardı. Ama partizanlıkla hak ve adalet arasındaki tercihlerini partizanlıktan yana yaptılar. Bile bile yolsuzluğu, rüşveti savundular. Bir siyasi kadronun ikbali için milletin hukukunu feda ettiler. Hakkı batıl ile değiştirdiler. Böyle böyle daha büyük yolsuzlukların, hırsızlıkların kapısını araladılar. O gün yolsuzluğun önü tıkansaydı bugün belki ekonomik krizi, enflasyonu, asgari ücreti, fukaralığı, hayat pahalılığını değil refahı, huzuru, zenginliği konuşacaktık. Milletin parasının götürülmesine kendimiz yol verdik. Çünkü bir hukuk bilincimiz yok. Bir devletin ancak hukukla var olup, adaletle yaşayabileceğine dair bir şuura malik değiliz. Parti taraftarlığı ne din, ne ahlak, ne adalet duygusu bırakıyor. Herkesi ve her şeyi kolayca feda edebiliyoruz. Halbuki hiç vazgeçmeyeceğimiz bir şey varsa o da adalettir. Yüce Peygamber, "hırsızlık yapan kızım da olsa cezasını çekecektir, derken, biz hayır partilimiz, taraftarımız, cemaat veya tarikat mensubumuz olursa çekmeyecektir diyoruz. Sonra da Müslümanlık edebiyatı yapıyoruz.

Peki Kuran ne diyor: "Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun, Allah için şahitlik eden kimseler olun."(Nisa/135)