Gün, cebimizde titreşerek başlıyor; gecenin sessizliği bile bir ekranın parlaklığında eriyip gidiyor.
Sokakta yürürken iki adımda bir başımızı kaldırıp telefonumuza bakar olduk; televizyonun akışında kaybolmak ise bir ritüel hâline geldi.
Haberler bize “bilmeniz gerekiyor” der gibi sunuluyor; öyle güçlü, öyle ısrarcı ki, kulağımıza fısıldayan bir siren gibi sürekli alarm veriyor.

Ama çoğu haber, gerçek hayatımızın kıyısında dolaşan gölgeler gibidir — öteden ötede fark edilir ama bizi doğrudan sarsmaz.
Buna rağmen, ekrandaki parlak terazi ne zaman sallansa gözlerimiz ona kilitleniyor; parmaklarımız haber başlıklarında geziniyor, öğle arasında, yatmadan önce, hastayken bile ekranı kurcalıyoruz.
Adeta bir kuşun camdan yansıyan gölgesine takılması gibi: zararsız görünen bir yansıma peşimizi bırakmıyor.

Kimi haberler günlük telaşımızı çalar; işimizi yaparken zihnimiz başka bir yerde dolanır, önemli bir işi yarım bırakırız.
Sağlığımızı ihmal ettiğimiz anlar olur — bir randevuyu ertelemek, uykuyu kısaltmak, bir yürüyüşü iptal etmek...
Çünkü haberin o anki aciliyeti, gerçek acılarımızın sesini boğar. Ekranın parlaklığı, kimi zaman hayatın doğal ritmini gölgede bırakır.

Buna karşı bir şans var: ekranın sesini kısmak, bir günlüğüne bildirimleri kapatmak, gerçek çevremizin sesini dinlemek.
Haberleri seçmek; her başlığa körü körüne teslim olmamak, mümkünse susmak ama mutlaka sorgulamaktır.
Çünkü hayat, telefonun titreşimi değil; yan yanayken paylaştığımız susuşlar, soluklanıp gökyüzüne baktığımız anlardır.

Geçenlerde, Nobel Ödülü kazanan bir bilim insanına uzun süre ulaşamamışlar.
Endişelenmişler; telefonuna cevap vermiyor, mesajlara dönmüyor, hiçbir yerden izine rastlanmıyormuş.
Sonra öğrenmişler ki, o bütün teknolojik aletleri bir kenara bırakmış; doğayla baş başa kalmak için yollara düşmüş.

Ağaçların altında, dağların eteklerinde, vadilerin serinliğinde, kaynak sularının sesinde kaybolmuş.
Geceleri gökyüzüne bakmış; yıldızların sessiz düzenine, ayın parıltısına dalmış.
Gündüzleri ise, güneşin karşısında şapkasını indirip gölgesinin peşine düşmüş.
Saatin, haberin, bildirimin olmadığı bir dünyanın içinde, kendi varlığını yeniden duymak istemiş.

O sırada dünya, onun ödülünü konuşuyormuş; manşetler, ekranlar, sayfalar bu haberi yaymaya çalışıyormuş.
Bizim her gün abonesi olduğumuz, sanki bakmazsak hayatın anlamını kaçıracağız sandığımız haberler…
Onun umurunda bile olmamış. Hatta, insanlığın en büyük ödüllerinden birine layık görüldüğünden bile habersizmiş.

Belki de asıl ödül buydu: Dünyanın gürültüsünden uzaklaşıp kendi sessizliğinde kalabilmek.

Dünyayı ve içindekileri, başkalarının bize gösterdiği kadarıyla anlamanın sakıncalı olduğunu söylediğinizde, hemen herkes başını sallayarak “doğru” der. Hepimiz, düşünmenin ve sorgulamanın erdeminden dem vururuz.
Fakat gelin görün ki, iş uygulamaya gelince tablo değişir.
Kendi aklının ışığında yürüdüğünü sanan insan, çoğu zaman başkasının tuttuğu fenerin altında gölgelenir.

Bir haberin başlığı, bir yorumcunun cümlesi, bir ekranın parıltısı bile yönümüzü değiştirir.
Kendimiz karar verdiğimizi sanırız ama çoktan bir fikrin, bir kalıbın içine yerleşmişizdir.
Birisi bizim yerimize düşünür, biz sadece onaylarız.
Birisi bizim yerimize görür, biz sadece bakarız.
Birisi bizim yerimize hisseder, biz sadece duyar gibi yaparız.

Oysa dünya, bize hazır sunulan anlamlardan ibaret değildir.
Bir ağacın gölgesini kendi gözünle görmediğinde, güneşin ne kadar yakıcı olduğunu anlayamazsın.
Bir düşünceyi kendi zihninde tartmadan, onun ağırlığını bilemezsin.
Kendini bilmeden dünyanın gürültüsünü dinlemek, başkasının rüyasına misafir olmaktır.

İnsanın ve insanlığın düştüğü bu zor durumdan kurtulmasının tek çaresi, insanın kendi kendisiyle yüzleşmesidir.
Her düşünce, her fiil, her karar bir yankı gibi varlığımızın içine işler; aklıyla donanmış insan, her adımından sorumludur.
Ama çağımızın sessiz bir tuzağı vardır: ekranlar, haberler, sözler ve dayatmalar…
Hepsi, insanın düşünme melekesini köreltmek için özenle hazırlanmış bir labirenttir.

Bir düşünün: Gözleriniz ekranın parlaklığına kilitlenmiş, kulaklarınız sürekli bir uyarının ritmine kapılmış.
Her adımınız, bir başkasının çizdiği çizgiye paralel gidiyor; sanki kendi iradeniz, başka bir elin gölgesinde eriyor.
Ama o an, zihninizin kıyısında bir farkındalık doğarsa; bir rüzgâr gibi, sessizce içe süzülürse…
İşte o zaman zincirler kırılır, kör yönlendirme tersine döner.

Tarih, bunun canlı tanığıdır.
Filozoflar, düşünürler, hakikati arayanlar…
Onlar, insanın kendi aklını yeniden kazanması için her türlü bedeli ödediler.
Susturuldular, sürgün edildiler, bazıları hayatları ile düşüncelerinin bedelini ödediler.
Ama yaptıkları iş, bir yıldız gibi karanlığın içinde parlayan bir iz bıraktı:
Sessiz ama kalıcı, fısıltıyla yol gösteren bir ışık.

Bugün biz, o ışığı takip etme sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
Kendi zihnimizin sessizliğine kulak vermek, doğanın ritmini dinlemek, ekrandan ve dayatmalardan uzak birkaç an yaratmak…
Bir ağacın gölgesinde oturmak, suyun sesini dinlemek, yıldızların sessiz düzenine göz kırpmak…
İşte bu, insanın kendi özgürlüğüne adım attığı anın ta kendisidir.

Çünkü özgürlük, başkalarının çizdiği sınırlar içinde hareket etmek değildir.
Özgürlük, zihnin kendi yolunu bulması, gölgenin izini sürmesi, kendi ışığını keşfetmesidir.
Ve her adımda insan hem kendi hem de insanlığın geleceğine yön verir.

Engizisyonların kararlarıyla sayısız baş kesildi, sayısız insan ateşe verildi; suçları yalnızca akıllarını kullanmalarıydı.
O günün zulmü, özgür düşüncenin bedelini kanla ödetiyordu.
Şimdi, o zamanın yerini akıllı aletler aldı diyelim… Belki kulağa uçuk geliyor ama dikkatle bakıldığında fark çok da büyük değil.

Her yeni icat, her yeni cihaz, insana bir program, bir yönlendirme, bir çelenk gibi sunuluyor.
Parmaklarımız ekrana kayarken, gözlerimiz ışığın ritmine kilitlenirken, aklımız bir başkasının çizdiği yolun içinde dolaşıyor.
İnsanlık, gerçek düşünce insanlarından yoksul bir hayat sürüyor.
Ve varlarsa bile, kim olduklarını bilmediğimiz, göremediğimiz bir azınlık; sessiz yıldızlar gibi uzak ve erişilmez.

Böylesi bir dünya, tarihin eski zulümlerini hatırlatıyor: Bedel artık kan değil, dikkatimiz ve aklımız…
Bir zamanlar özgür düşünceyi susturan ateşler şimdi ekranın parıltısında yanıyor; fark edenler, ışığın altında kendi gölgelerini fark edenlerdir sadece.