Şehirler; sokaklarıyla, caddeleriyle, parklarıyla, camileri, kaleleri ve nice tarihî eseriyle yalnızca birer yerleşim yeri olmaktan çıkar, yaşayan birer hafızaya dönüşürler. İnsan, bir şehrin içine girdiğinde önce taşlarda, sonra sokakların kıvrımlarında, en sonunda da havanın kokusunda o hafızayı seziverir. Elâzığ da ilk bakışta genç bir şehir gibi görünse de taşıdığı ruh, Harput’un yüzyıllar boyunca yoğrulmuş mirasından süzülüp gelen bir sestir aslında.

Bir zamanlar bugünkü Elâzığ’ın yerinde, yazın güneşle parlayan ve geceleri rüzgârın hafifçe hışırdattığı bağlar uzanırdı. Tarlaların arasında dolaşan su yollarından akan suyun sesi, uzaktan hayvan çanlarının tok tınlayışıyla karışır; bağ evlerinin havuzlarında biriken serinliği, insanların yüzlerinde saklı bir huzur gibi taşırdı. O vadide hayat, toprağın bereketiyle konuşur, mevsimlerin ritmiyle yaşardı.

Sonra Harput’un taş sokaklarına sinmiş kadim hikâyeler, kale burçları arasından süzülen rüzgârla birlikte aşağıya, ova tarafına inmeye başladı. Harput’u yavaş yavaş terk eden insanlar, yeni bir başlangıcın kapısını aralarken yanlarına yalnızca eşyalarını değil, atalarının sesini, geleneklerini, inançlarını ve yaşadıkları coğrafyanın ağırbaşlı geçmişini de aldılar. İşte Elâzığ; bu göçün, bu taşımanın ve bu yeniden kurmanın bir sonucu olarak doğdu.

Nail Bey Mahallesi’nde gezerken düzenli sokakların bir ucundan diğer uca doğru uzandığını görmek mümkündür. Bu sokakların üzerinde sıralanan, ahşap ve iki katlı olarak inşa edilmiş eski evler; sokağa doğru açılan cumbaları, arkalarındaki küçücük bahçeleriyle Harput’un hem mimarisini hem de özlemini ovaya taşımış gibidir. İnsan, bu evlerin önünden geçerken sanki Harput’un yokuşlu sokaklarında yankılanan o eski adımların burada yeniden hayat bulduğunu hisseder.

Attığınız her adım, toprağın altına gömülmüş başka bir hikâyenin üstünden geçiyor gibidir. Modern binaların yükseldiği yerlerde bir zamanlar salkımlarıyla dalları aşağı çeken asmaların gölgeleri dolaşırdı. Bugün o asmalar çoktan yok oldu belki ama gölgelerinin rüzgârın içinde hâlâ hafifçe kıpırdadığını hissetmemek elde değildir.

Elâzığ’ın şehirleşmesi sadece yeni bir yerleşim kurma çabası değildi; Harput’un binlerce yıllık, vakur ve derinden gelen sesinin burada yeni bir yüzle yeniden hayata karışmasıydı. Bu yüzden şehirde yükselen her bina ve atılan her temel, aslında geçmişin sayfaları üzerine yazılmış yeni bir cümle gibidir. Harput’un taş duvarlarında yankılanan tarih, bugün Elâzığ’ın sokaklarında daha yumuşak bir tonda da olsa hâlâ duyulmakta, şehrin ruhunda yaşamaya devam etmektedir.

Elâzığ’ın, hatta Harput mirasının en belirgin şekilde hissedildiği yerin Nail Bey Mahallesi olduğu söylense, buna itiraz edecek birinin çıkmayacağı açıktır. Harput’tan ovaya doğru taşınanlar, buraya gelirken sadece eşyalarını değil; medreselerini, musikilerini, ibadet anlayışlarını ve elbette mimarilerini de beraberlerinde getirdiler. Yeni şehirde inşa ettikleri her yapı, Harput’tan vazgeçmediklerini, aksine onu ovaya taşıyarak yaşatmak istediklerini gösteriyordu.

Bu bağlılığın en açık göstergesi, Harput’u hâlâ “Yukarı Şehir” diye anmaya devam etmeleriydi. Böylece hem köklerine duydukları saygıyı hem de yeni şehirle kurdukları bağı aynı kelimede birleştirmiş oldular. Harput’un yükseklerde yankılanan tarihî sesi, Elâzığ’ın sokaklarında daha yumuşak bir tınıyla yaşamayı sürdürüyor; Nail Bey Mahallesi ise bu mirasın en görünür, en hissedilir yüzü olmayı bugün de sürdürüyor.

Müfettişlik Caddesi, Vali Fahri Bey Caddesi, Nail Bey Camii ve eski Müfettişlik Binası… Elâzığ’ın hafızasında birer köşe taşı olan bu mekânların adını andığınızda, insanın zihninde yalnızca birer cadde ya da yapı değil; taşlara sinmiş bir koku, duvarlarda dolaşan bir yankı, zamanın geriye doğru akıyormuş hissi belirir. Bu sokaklarda yürürken, kaldırım taşlarının arasına sıkışmış bir tarihin nefes aldığını duyar gibi olursunuz. Bir evin cumbası güneşe düşen gölgesiyle hâlâ Harput’u hatırlatır, caminin kubbesinden süzülen hafif bir esinti geçmişten bir dua taşır.

Fakat bugün bu mekânların akıbetinin tartışılıyor olması, insanın içini ağır bir hüzünle kaplamaktadır. Sanki üzeri yıllarca itinayla korunmuş bir hatıra defterinin sayfaları, bir anda rüzgâra bırakılmış da her biri farklı bir yana savruluyormuş gibidir. Maziye bağlılık yalnızca kuru bir özlem değildir; vatan sevgisinin derin bir tezahürü, kültürel kimliğin omurgası ve milletin geleceğine bırakılan en kıymetli emanetlerden biridir.

Üç yıl önce meydana gelen deprem bu mahallede sadece duvarları çatlatmadı; insanın belleğinde sakladığı bazı imgeleri de inceltti, kimilerini de hüzünle örttü. Yıkılan ya da zarar gören binalar, yalnızca tuğla ve harç değildi; bir dönemin çocuk sesleri, akşam ezanıyla birden sessizleşen sokaklar, cami avlusunda bekleyen yaşlıların gölgesi, yaz öğleden sonralarında cumbalardan sokağa serilen serinlikti.

Şimdi bütün bu tarihî doku, kısa vadeli hesapların gölgesine teslim edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Mahallenin geleceği üzerine yapılan tartışmalarda, kimi zaman bir insanın bir ömre sığdırdığı hatıralar kadar değer taşımayan kararların öne çıktığını görmek, insanı çok daha derinden yaralamaktadır. Çünkü söz konusu olan yalnızca binaların kaderi değildir; Harput’tan ovaya taşınmış bir ruhun, bir kültürün, nesiller boyu işlenmiş bir hafızanın sessizce yok olup olmama mücadelesidir.

Bugün Nail Bey Mahallesi’nde dolaşırken rüzgâr, yıkılan bir duvarın üzerinden geçerken hafifçe yükselir; sanki “Beni de duyun” der. Belki bazı yapılar artık yok, bazı sokaklar eskisi gibi değil; fakat tarihin sesi hâlâ oradadır. Eğer bu sese kulak verilmezse, şehrin içinden yavaşça çekilen bir ruhun ardından yalnızca tozlu bir sessizlik kalacaktır.

Eski Belediye Binası’nın yerine yükselen, estetikten yoksun beton kule şehrin siluetine ağır bir gölge gibi çökerken, şimdi bir de Nail Bey Mahallesi’nin kentsel dönüşümün acımasız çarklarına teslim edileceği düşüncesi içimizi daha da karartıyor. Bu beton kütle, sanki şehrin üstüne eğilmiş bir dev gibi; geçmişi örtmeye çalışan, hatıraların üzerine gölgesini düşüren bir yük görünümünde. Onu her görüşümüzde içimizde tarifsiz bir sıkışma, bir şeylerin yanlış gittiğine dair keskin bir his uyanıyor.

Bütün bunların üzerine Nail Bey Mahallesi’nin de aynı kaderi paylaşacağı ihtimali eklendiğinde, yaşadıklarımızın gerçek olduğuna inanmak zorlaşıyor. Sanki kötü bir rüyanın içindeymişiz de birazdan uyanacak, sokakların yine eski taş dokusuna kavuştuğunu, cumbaların rüzgârla hafifçe sallandığını ve cami avlusundan yükselen huzurlu sessizliğin geri döndüğünü görecekmişiz gibi geliyor. Fakat ne yazık ki gözlerimizi kırpıp gerçeğe döndüğümüzde, karşımızda hâlâ aynı ağır beton gölge ve belirsizliğe sürüklenen bir mahalle duruyor.

Bu düşüncenin ağırlığı öyle derin ki, insan gönlünün bir köşesinde hâlâ “Belki de bu sadece kâbus gibidir, belki de vakit geç olmadan korunacak bir şeyler kalmıştır” umudunu taşımaktan kendini alamıyor. Çünkü Nail Bey Mahallesi’nin kaderi, yalnızca bir semtin değil; bütün bir şehrin hafızasının ve ruhunun kaderidir.

Harput artık yok; ama onun sessiz yankıları hâlâ Elâzığ’ın sokaklarında dolaşıyor. Eski Vilayet Binası’nın şehir müzesi olarak yeniden hayat bulması, şehre adeta derin bir nefes aldırmış gibi. İnsan, müze avlusunda dolaşırken, taş duvarlarda geçmişin hikâyelerinin fısıldandığını duyar gibi oluyor; her adımında Harput’un kaybolmuş sokaklarını, kubbelerin ve cumbaların gölgelerini hissediyor.

Bir şehir olmak sadece caddeler, sokaklar, tren istasyonu, tiyatro, konser salonu ya da spor sahalarından ibaret değildir. Şehir, bir ritim, bir nefes, geçmişle bugün arasında kurulan görünmez bir köprüdür. Ve Nail Bey Mahallesi, işte bu köprünün en canlı parçasıdır. Burada yürürken taşların arasına sıkışmış anılar, cumbaların altından sızan gün ışığı ve bahçe kokuları insanı zamanın içinde bir yolculuğa çıkarır. Her kapı tokmağı, her pencere pervazı bir önceki neslin hayallerini ve yaşamlarını taşır.

Fakat bu hafızanın beton bloklarla doldurulması, bir rüyayı paramparça etmek gibi olurdu. Nail Bey Mahallesi’nin aslına uygun biçimde korunması ve yeniden canlandırılması mümkün değil midir? Neden geçmişin izlerini taşıyan bu sokaklar, modern beton yığınlarına teslim edilsin? Elâzığ’ın sanat ve kültür insanlarının görüşlerine başvurularak hem tarihî dokuyu hem de mahalleye sinmiş ruhu koruyacak bir çözüm bulunması hiç de zor olamaz.

Çünkü Nail Bey Mahallesi yalnızca taşlardan ve ahşap cumbalardan ibaret bir yer değildir; o, Harput’un hatırasını, şehrin kültürünü ve geçmişten bugüne taşınan hayat ritmini içinde barındıran, yaşayan bir hafızadır. Her adımda hissedilen o hafif rüzgâr, cami avlusunda yükselen sessizlik ve taş duvarlardan yansıyan gün ışığı, geçmişin hâlâ burada olduğunu fısıldar. Ve eğer ona kulak verilmezse, şehrin ruhu, sessiz bir kayıp olarak kaybolmaya mahkûm olur.

Elâzığ’ın şehir kimliğini var eden o eski unsurlar—tren raylarının metalik sesi, postane binasının ağır kapısı, belediye binasının taş duvarlarında biriken zaman kokusu, vilayet binasının yüksek pencerelerinden süzülen loş ışık—bir dönem şehrin ruhunu taşıyordu. Beş Kardeşler’in gölgesinde soluklanan insanlar, Halkevi’nin merdivenlerinde biriken ayak izleri, Nail Bey Mahallesi’nin dar sokaklarından yükselen çocuk sesleri… Bunların her biri, Elâzığ’ın hafızasında derin bir izdi.

Bugün, bu izlerden geriye yalnızca birkaç parça kaldı: Eski vilayet binasının ağırbaşlı silueti, tren raylarının uzayıp giden çizgileri, Halkevi’nin sessizce ayakta duran gövdesi ve Nail Bey Mahallesi’nin zamanla yorgun düşmüş ama hâlâ direnen sokakları.

Bir zamanlar hayatın aktığı, insanların hikâyeler bıraktığı o yapılar birer birer yıkılıp giderken, Nail Bey Mahallesi’nin de aynı kaderi paylaşması, şehrin hafızasında kalan son sıcak nefeslerin de tükenmesi demek. O mahalle de kaybolduğunda, geriye geçmişi hatırlatan taşın, gölgenin, sesin, kokunun hiçbir anlamı kalmayacak. Şehrin belleği, tıpkı silinen bir yazı gibi yavaşça boşluğa karışacak.

Harput’u ovaya taşıyanların gönüllerinde bıraktıkları izleri, Nail Bey Mahallesi’nin mimarisinde görmek mümkündür. Kaldırım taşlı sokaklarda, birbirine bakan cumbalı evlerde, ahşap kapıların üzerindeki ince motiflerde bu ruh hâlâ hissedilir. Harput’un asaletini evlerinin biçimlerinde yaşatmaya çalışan o insanlar ise artık yoklar.

Onların yokluğunu fırsat bilip bütün bir mahalleyi bir hamlede ortadan kaldırmak… Sanki kaldırım taşlarının arasına sinmiş çocuk seslerini, cumbalı evlerin gölgesine saklanmış hatıraları, ahşap kapıların motiflerinde yaşayan o zarif emeği de birlikte silip süpürmek ister gibi. Bu izleri yok etme arzusunun ne zaman, nerede ve nasıl filizlendiğini anlamak ise gerçekten çok zor.

Bir şehrin geçmişiyle bağını koparma isteği, rüzgârın bir anda yön değiştirip bütün tozu dumanı göğe savurması kadar ani, bir o kadar da ürpertici. Çünkü geriye kalan her taş, her gölge, her koku, binlerce insanın hayatından bir parçayı taşır. Ve o parçalar yok olduğunda şehir, kendi hafızasının sesini duyamayan bir sessizliğe gömülür.