Öğretmenliğin yalnızca bir meslek değil, insanın hem aklına hem ruhuna dokunan bir yolculuk olduğuna inananların sayısı az değildir. Bu inanç, çoğu zaman tarih boyunca karşımıza çıkan büyük hakikat arayıcılarının, bilgiyi ve hikmeti insanlara aktarmak için gösterdikleri çaba ile beslenmiştir. Onların izini sürdüğümüzde, öğretmenliğin ilahi bir çağrı gibi insanlık tarihinin derinliklerine kök saldığını görürüz.

Tarihin sayfalarını araladığımızda, her dönemde öğretmenin bir ışık taşıyıcısı gibi karşımıza çıktığını fark ederiz. Karanlık zamanlarda bile bilgiyi bir kıvılcım gibi yan yana getirip büyüten, toplumların geleceğini şekillendiren bu insanlar, sadece ders anlatan kişiler değil; insanın iç yolculuğuna rehberlik eden, ufuk açan, yön veren kimseler olmuştur. Bu yüzden öğretmenliğin kutsallığını anlamak, aslında insanlık tarihindeki bu uzun ve derin izi takip etmeyi gerektirir.

İlahi öğretilerin öncüleri de aynı yolu izler: İnsanlara kavramlar öğretir, davranışları şekillendirir, iç benliği uyandırmaya çalışırlar. Bir anlamda her biri, kalpleri şekillendiren görünmez bir sınıfın öğretmenleridir. Onların çabası, öğretmenlik mesleğinin özünü oluşturan “insanı insan kılma” gayesini taşır. Bu nedenle, öğretmenliğin köklerini sadece bugünün okullarında değil; insanlığın ilk arayışlarında, ilk sorularında, ilk rehberlerinde buluruz.

Bugün bizler de bu köklü mirasın bir parçasıyız. Sınıfa adım attığımız her gün, tarih boyunca sürüp gelen o büyük zincirin halkalarından birini temsil ediyoruz. Bir öğrencinin gözündeki merak, bir sözün kalpte bıraktığı iz, bir bilginin zihinde çiçek açışı… hepsi bu mesleğin kutsal yanını yeniden hatırlatır.

Öğretmenlik, yalnızca bilginin aktarılması değildir; aynı zamanda bir ruhun şekillenmesine tanıklık etmektir. Ve bu tanıklık, tarihin en eski öğreticilerinden bize uzanan görünmez bir emanettir.

Bugün milyonlarca öğrencinin karşısına çıkarak bu kutsal görevi yerine getiren öğretmenlerimizin aynı yüce anlayışı taşıdığını düşünmek hiç de güç değildir. Ne var ki, zamanın ruhu değiştikçe bu mesleğin giderek bir maişet çabasına dönüştüğünü görmek de aynı ölçüde kolaydır. İdari kararların hızla alındığı, çoğu zaman da öğretmenin sesinin duyulmadığı bir dönemde, aynı idealleri paylaştığını söyleyenlerin uygulamalarda bambaşka bir yola sapması, mesleğin her geçen gün biraz daha yıpratıldığını açıkça göstermektedir.

Bunu kim inkâr edebilir? Bir zamanlar toplumun en güvenilir rehberi sayılan öğretmen, bugün çoğu kez idari tasarrufların gölgesinde bırakılmakta; mesleğin ruhunu besleyen değerler ise yavaş yavaş aşınmaktadır. Öğretmenin örnek bir insan olduğu söyleniyorsa, ona bu örnekliği yaşatacak imkânların da sağlanması gerekir. Sınıfa girdiğinde yüzüne yerleşen tebessümün ardında hangi yüklerin taşındığını, hayatının ilerleyen dönemlerinde omzuna binen maddi ve manevi ağırlıkların neler olduğunu çoğu zaman kimse görmez.

Maddi sıkıntıları bir kenara koysak bile, manevi sıkıntılarının olmadığını kim iddia edebilir? Öğretmen, her gün bilgi dağıtırken çoğu kez kendi iç dünyasında sessiz bir mücadele verir; öğrencisine umut aşılayan kişi, çoğu zaman kendi umudunu ayakta tutmak için çabalar. Çünkü öğretmenlik yalnızca bir geçim mesleği değil; insan ruhuna dokunan, bir nesli şekillendiren ilahi bir mirastır.

Bu gerçeği her fırsatta dile getirenlerin, öğretmenin yolunu açacak güçlü bir adımı atmadığını görmek ise ayrı bir yaradır. Sözlerin yüceliğiyle eylemlerin yoksulluğu arasındaki uçurum, öğretmenin manevi dünyasında derin gölgeler bırakmaktadır. Bugün onların yolunu aydınlatacak hamleler yerine, çoğu zaman önlerini kapatan engellerin yükseldiğine; yüreklerini karartan kararların birbiri ardına geldiğine şahit oluyoruz.

Oysa öğretmenlik, karanlıkları dağıtan bir ışıktır. O ışığın sönmemesi için, o ışığı taşıyanların da korunması, gözetilmesi ve yüceltilmesi gerekir.

Meşhur Eylül darbesinin ardından yürürlüğe konan “24 Kasım Öğretmenler Günü”, gerçekte öğretmenlik tarihinin ruhunu yansıtan doğru bir tarih değildir. Öğretmen okullarının açılışını esas almayanların tarih şuurundaki eksikliği görmezden gelsek bile, böylesine önemli bir günün bu şekilde belirlenmiş olması, öğretmenlik geleneğinin kökleriyle uyumsuz bir durum ortaya koymaktadır.

Her yıl kutlanan bugün, görünürde öğretmeni onurlandırmayı amaçlasa da uygulamada çoğu yerde öğretmenin faydalanmakta bile zorlandığı “öğretmenevleri” ile sınırlı kalmış, mesleğe gerçek bir katkı sunmaktan uzak bir sembole dönüşmüştür. Öğretmenevlerinin adının “öğretmen” olması dışında, çoğu zaman öğretmenin ne maddi ne de manevi yükünü hafifleten bir yanı kalmamıştır. Nice öğretmen, mesleğinin adını taşıyan bu mekânlara misafir gibi uğrar; çoğu zaman kapısından içeri adım atarken bile kendisine ayrılmış bir yuvaya değil, bürokratik bir yapının asık suratlı köşesine girdiğini hisseder.

Oysa böyle bir gün, öğretmenin toplumdaki gerçek konumunu hatırlatmalı; köklü eğitim mirasını yaşatmalı, öğretmenin hem emeğini hem de onurunu koruyacak adımların başlangıcı olmalıydı. Kutlamalar, fotoğraflarla dolu programlardan ibaret kalmamalı; öğretmeni yücelten sözler, yalnızca kürsülerde yankılanan cümlelere dönüşmemeliydi. Bugün, öğretmenin nefes aldığı her alanda somut bir iyileştirmenin, gerçek bir saygının, derin bir tarih bilincinin karşılığı olmalıydı.

Ne yazık ki çoğu zaman bunun tam tersini görüyoruz: adı var, izi yok bir kutlama; sözü var, karşılığı yok bir anlayış… Öğretmenliğin ilahi bir miras olduğunu söyleyenlerin bu mirası yaşatmak adına attığı gerçek adımlar ise her geçen yıl biraz daha silikleşiyor.

24 Kasım Öğretmenler Günü’nün belki de en değerli yanı, yılda yalnızca bir gün de olsa öğretmenin adının anılması, varlığının hatırlanmasıdır. Bir öğrencinin, tek bir dal çiçekle ya da içten bir tebessümle gönülden söylediği ‘Günün kutlu olsun, öğretmenim’ cümlesi, çoğu zaman öğretmenin yıl boyunca biriktirdiği bütün yorgunluğu unutturur.

Günün kutlu olsun, öğretmenim.