Uzun yıllar önce işim gereği yapmış olduğum bir İran seyahatinde; bir televizyon programı izledim. Programda bir Şii alimi ile bir Sünni alim Peygamber efendimizin ölümü ve sonrası ile ilgili olarak tartışıyorlardı. Konuşmalar Fars dilinde idi ancak alt yazı İngilizce dilinde gerçekleşiyordu. Kıt İngilizce'min izin verdiği ölçüde tartışmayı takip ettim. Aklımda kalan ve en çok dikkatimi çeken şey; Şii alim tarafından dile getirilen ve Sünni alimce kabul edilmeyen bir ifade olmuştu. Bu ifade'de  ''Peygamber efendimizin ölümü ve bu ölüm sonrasında gerçekleşen defin olayının gerçekliği'' söyleşisi beni derinden yaralamıştı. Türkiye'ye döndükten sonra bu konu ile ilgili olarak çok çeşitli kitaplar okudum ve çok sorular sordum. Bugün yaşadığımız sıkıntıların ana sebebinin sorgulamadan uzak insanların yaşadığı bir coğrafyada yaşıyor olmaktan kaynaklandığını ve bize ne söyleniyorsa o sözlere inanan ve sözlerin arkasındaki gerçekleri araştırmayan bir toplum haline dönüştüğümüzü görmekten duyduğum üzüntüleri bu yazı dizisiyle birlikte sizlerle paylaşmayı istedim.

            Bugün Dünyada'ki tüm Müslüman milletlerin az gelişmiş ya da gelişmemiş olmalarının bir rastlantı olduğunu iddia etmek pek mümkün değildir. Söz konusu milletlerin geri kalmalarının anlaşılır bir sebebi olmalıdır. Bu sebebi, Müslümanların yanlış yolda olmalarında aramak gerekir. O hald, hatanın nasıl, ne zaman ve ne şekilde başladığını incelemek bir zarurettir.

            Öncelikle belirtmeliyim ki; beni tanıyanların bildiği gibi benim eğitimim Mühendislik eğitimidir. Dini konularda bir eğitimim olmamakla birlikte son 15-20 yılımı diğer konularda olduğu gibi, dini konuları incelemek, okumak ve akıl süzgecinden süzmekle geçirmekteyim. Söylemlerim okuduklarımın ve aklımın içinden geçenleri karşılaştırmak ve inandığım doğrular ışığında yazı yazmak ve söylemekten ibarettir.

            İslam'ın insanlığa rehberlik edebilmesi için Kur'an'i mesajın Müslüman'ın aklı ile buluşması gerekir. Kur’an’ın önerisi de bu çerçevededir. Sorunlarımızı çözmek için geleneğimizi iman düzeyinde değil, bilgi düzleminde ele almak bir zorunluluktur. Bilgi zemini uzlaştırır; İman zemini ise çatıştırır. Unutmamalıyız ki insanlar bilgileri uğruna değil, inançları uğruna savaşırlar. Kur'an'ın önersi de bilgi temeline dayanan imandır, bunun için Kur'an, ilmi değil ilimsiz imanı eleştirmektedir.

            İnsanın fıtratından kaynaklanan üç temel alan vardır. Bunlar, dini alan, ilmi alan ve siyasi alan. Yüce Allah, bireyle sınırlı olan dini alanın ilkelerini belirlemiş ve diğer ik alanı insanın aklına, araştırmasına, geliştirmesine ve sorgulamasına bırakmıştır. Kur'an'da diğer peygamberlere kıyasla Hz. İbrahim ve Hz. Musa hakkında daha çok bilgi verilmektedir. Bu peygamberlerin ortak özelliği sorgulayıcı olmalarıdır. Yani Yüce Allah, Müslüman bireyden sorgulayıcı olmalarını istemektedir. Müslüman ilim adamının görevi bu Kur'an'i öneriyi yaşamına temel ilke yapmaktır.

             İnsan, topluluk halinde yaşamak zorunda olduğu için siyaset de fıtrattandır. Dinde otorite Allah, siyasette otorite egemen olan bireylerin vekil tayin ettiği insandır. İlim elde etmek ve ilim üretmek de insan özgüdür. İlim üretme yeteneği olan hikmet, insanın fıtratında vardır. Ancak ilimde de mutlak otorite Allah'tır. Bu, insanın ürettiği bilgi doğrulanabilir ve yanlışlanabilir demektir, yani mutlak değildir. Görülüyor ki biri diğerinden ayrı duran dini otorite ile siyasi otoritedir.

            Dinde yozlaşmanın ne zaman ve nasıl başladığını doğru tespit edemezsek, bozulan din algısını düzeltme imkânı bulamayız. Müslüman geleneği dini otorite kaynaklarını çoğaltarak ve Hz. Peygamber'i de dinde otorite sayarak; İslam dininin kaynağı konusunda düalistik bir yapıyı benimsemiş ve maalesef dinde yozlaşmaya gitmiştir. Bu düşünce biçimi ile Kur'an gibi bir kaynak daha ortaya çıkmıştır. Kur'an, Hz. Peygamber'in 'haber'i; hadis ve Sünnet ise Peygamber'in 'eser'idir. Haber ile eseri karıştırmak ya da kıyaslamak ne yazık ki dini otoriteyi paramparça etmiştir.

            Doğrusu Müslüman birey ile Kur'an arasına Müslüman geleneği girmiştir. Kur'an'ın önerilerine uymakla geleneğe uymak karıştırılmıştır.  Kur'an'a mı geleneğe mi uymamız gerektiğine karar vermeliyiz. Kur'an'i anlayışa göre; her birey doğrudan Yüce Allah'ın muhatabadır ve her bireyin Kur'an'a uyması gerekir. ''Yüce Allah'ın insanlara rehber olarak gönderdiği Kur'an'ın, siyasal zihnin değirmenine su taşıyan bir yoruma dönüşmesi sürecini çok iyi araştırmak gerektiğini'' düşünüyorum. Zira geleneksel siyasi zihin, yaşamın hemen her alanını belirlemekte ve yönlendirmektedir.

            Gelenekçi Müslüman zihin toplumsal algıdan hareketle geçmiş nesilleri değerlendirmekte ve idealleştirmektedir. Geçmişten ders alan bir yaklaşım yerine, geçmişe öykünen bir zihin modeli gelişmiştir. Bu düşünme biçimi yani siyasi zihin, İslam'ı sorunlu hale, Müslümanı da tarihin nesnesi durumuna getirmiştir. Aynaya bakmadan yani özeleştiri yapmadan yanlışlarımızı düzeltme ve bu durumdan kurtulma imkânımız yoktur.

            Hz. Peygamber sonrası siyasi olayları mercek altına almak istememin sebebi, başlangıçta siyasi süreçle ilgili olumsuzlukların sonradan nasıl dini alana aktarıldığı ve İslam kültürünün oluşum döneminde dini algıyı ve olguyu nasıl bozduğunu ortaya koymak içindir. Bu anlamda gerek 'Hulefa-i Raşidin' devrini ve gerekse sonrası dönemi sorgulamanın riskini elbette ki biliyorum. Ama şunu da kuvvetle belirtmeliyim ki bu konuda cehl-i mukaddes ile karşı karşıyayız. Müslüman her alanda aklını çalıştırmalıdır. Siyasal açmazlarımızın arka planında, bu dönemdeki siyasi yanlışlıkları kutsamanın ve halen kutsanmış bu yanlışlıklara devam etmenin yarattığı olumsuzlukları bütün Müslüman alemi olarak çekmekteyiz.

            Psikologlara göre bir toplumun dinini değiştirmek, o toplumun kültürünü değiştirmez. Özellikle siyasi kültür değişikliği çok uzun bir süreci kapsar. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in vefatıyla birlikte cahiliye siyasi değerler ile Kur'an'ın önerdiği evrensel değerler karşı karşıya gelmiştir. Bunları kavramadan, sahabe dönemindeki siyasi olayları açıklamaya imkân yoktur.

            Geçmişin güdümünden paçasını kurtarmış olan bir Müslümanı, şaşkınlığa ve hayrete düşürecek en önemli konu, Hz. Peygamber'in vefatından kısa bir süre sonra bir kısım sahabenin birbirini öldürecek kadar siyasi çatışmalara girmiş olmalarıdır. Siyasi endişe ve kaygı, hayatın bir parçasıdır. Ancak hayatın tamamına siyasi gözlükle bakılmaz. Eğer yönetici siyaset, hayatımızın tamamını kuşatırsa, sorun çözme yeteneğini ve niteliğini kaybeder, kendisi çözülmesi gereken sorun haline gelir. Bu durum, Hz. Peygamber sonrası siyasi bilinçaltının İslam'ı rehin aldığının kanıtıdır. Çünkü Müslüman siyasi aklı, eksen kaymasına uğramıştır. Hem dine hem de ilme siyasi bakış egemen olmuştur.

            Doğrusu Müslüman geçmişimizi temize çıkarma ideolojisi yani kurumsallaşmış cehalet, tarihsel süreçleri anlamayı önleyen zihinsel engeller oluşturmuştur. Günümüzde Müslümanların büyük çoğunluğu, dinsel sorumluluklarının tarihsel süreç içerisinde oluşmuş'' Müslüman geleneği''ne yönelik olduğuna inanmaktadır. Bu zihinsel sorumluluğun Yüce Allah'ın Kur'an'da belirlediği ilkeler çerçevesinde olması gerektiğinin bilincinde bile değildir.

            Gelenekler ancak bilgi ve sorgulama yoluyla değiştirilebilir. Geleneğe bağlı kalınarak değişmenin ve gelişmenin mümkün olmadığı bilinen bir gerçektir. Değişim ve dönüşümün temelinde ilim olmak zorundadır. Sahip olduğumuz Müslüman siyasi geleneğimizi anlamaya çalışmak, Müslüman geçmişimizin yazdığı 'alın yazımız'ı öğrenmeye çalışmaktır. Bu alınyazısını değiştirmek istiyorsak, geçmişteki hataların üzerini örtmek değil, bu hataların tespit etmek zorundayız.

            Müslüman toplumların dramları, dindar aydınlarını yetiştirememekten kaynaklanmaktadır. İslam ümmeti ancak entelektüel aydınını yetiştirdiğinde Kur'an'ın bu ümmetten beklediği görevi yerine getirecektir. Kur'an'da insan birinci plandadır. Yüce Allah'ın kitabı, bireye rehberlik etmekte ve ona yol göstermektedir. Hz. Peygamber'den sonra oluşan Müslüman geleneği, insanı hiçe saymıştır. Gerçek o ki, Kur'an muhatapsız kalmıştır. Doğrusu Müslüman aydın, Müslüman dini geleneğine karşı da onurunu korumak ve bu geleneği tüm yönleri ile yani dini, siyasi ve ilmi açılardan sorgulamak zorundadır. Çünkü söz konusu geleneği sorgulamak, hem var oluşsal bir görev hem de var olma savaşıdır. Bu geleneğin oluşmasını siyasal zihin öyle belirlemiştir ki birey, onurunu Müslüman olmasından değil, Müslüman toplumun bir üyesi olmasından kazanır. Halbuki Kur'an'a göre ise insan, onurunu Müslüman birey olmasından almaktadır.

            Müslüman bireyin dünyası da ahireti de güzel olmak zorundadır. Yüca Allah'ın, mü'min için ahiret hayatının daha güzel olacağını belirtmiş olması, bizim dünyayı hafife almamızı değil, dünyayı da ciddiye alarak sorumluluklarımızı yerine getirmemizi gerektirmektedir. Çünkü ahiret hayatı, dünya hayatının alternatifi değil, devamıdır. Geleneksel Müslüman zihni, ilkelerle değil ayrıntılarla, nedenlerle değil sonuçlarla uğraşmaktadır. Daha doğrusu ayrıntılarda kaybolmaktadır. Müslüman bireyi geliştirecek ve değiştirecek rasyonel Müslüman yerine, duyguları ile hareket eden ve kusuru başkalarında arayan, siyasi düşünen ve bunu din zanneden ve İslam'ın değerlerini aşındıran reaksiyoner Müslüman tipi ortaya çıkmıştır. Başkalarına sorumluluklarını anımsatmaktan, kendi sorumluluğunu yerine getirmeyi düşünmeyen bir zihin dünyasına sahibiz. Bu zihin yapısını değiştirmek zorundayız.

            Geçmişteki olay ve olguları doğru değerlendirecek, dolaşık düğümleri çözebilecek ve geleceğe yol yöntem gösterebilecek bir Müslüman zihni inşa etmeliyiz. Akıllı olmak beyin sahibi olmak değil, beyni kullanmaktır. Aklını kullanmayanlara Kur'an ''sufeha'' demektedir. Çünkü Kur'an'ın muhatabı aklını kullanan özgür zihinli bireylerdir. Köle zihinli insanlar, kendilerini Kur'an'a muhatap görmemektedirler. Zihinsel kölelikten kurtulmak, bedensel kölelikten kurtulmaktan daha zordur. Zira kurtaracak gücün de kurtarılması gerekmektedir.

            Tarihsel olguları, tarihsel algıları ve tarihsel kalıntıları birbirine karıştırmamak gerekir. Önemli olan tarihsel olguları irdelemektir. Her zaman her yerde ilmi ve ilim yöntemlerini öncelemek durumundayız. Savaş durumunda bile ilimle uğraşan bir grubun olmasını öneren bir dünya görüşünün mensuplarının düştüğü durum bizim açımızdan tam anlamıyla bir trajedidir. Her Müslümanın ortak derdi Yüce Allah'ın kelamı olan Kur'an'ı doğru anlamak olmalıdır. Önemli olan iman sahibi olmak değil, müstakim yani doğru iman sahibi olmaktır. Doğru imana sahip olmanın yolu da ilim sahibi olmaktan geçer. Taklide öykünen zihin yapısını, tahkiki önceleyen bir zihne dönüştürmedikçe dünya ve ahiret güzelliğini gerçekleştirmemize imkân yoktur.

            Bu söyleşimize daha uzun süre devam etmeyi umuyorum. Bu düşüncemi hayata geçirme fırsatını vermesi için de Yüce Yaratana şükranlarımı sunuyorum.