Zihnimizdekilerinin aksine son zamanlarda anladığım ve müşahede ettiğim duruma göre; insanlık tarihi boyunca din, bizim anladığımız manada küfür ile yani dinsizlik veya inançsızlıkla mücadele etmemiştir. Aslında bu durumu fark etmek çok kolay olup öyle felsefi ve ilmi açıdan karmaşık olan bir mesele de değildir. Ancak bir çok basit mesele vardır ki onlara gereken ehemmiyeti vermediğimiz için çok olumsuz sonuçlara sebebiyet vermektedir. Zira geçmişte dinsiz ve ilahsız bir toplum ya da bir sınıf yoktu. Bütün tarihi bilgi ve belgeler şunu göstermektedir ki, insanlar toplumsal yaşamları boyunca dindar idiler. Hangi milletten olursa olsun ve hangi döneme ait olursa olsun istisnasız ve kesintisiz bütün toplumlar, dindar toplumlardı. Yani tarihte bütün toplumların fikri ve kültürel kaynakları din idi.

               Veda ya da Buda dinini Hint kültürünün ruhu, merkezi ve temel dayanağı saymadan, Hint kültüründen söz etmemiz mümkün olabilir mi? Lao Tsu ve Konfiçyüs’ten söz etmeden eski Çin kültür ve medeniyetinden kim söz edebilir?

               Bu  nedenle, toplumsal yaşam tarihi boyunca insanlar dindardılar ve bütün toplumlar dindar olarak kalmamışlardı; üstelik temel dayanakları da din idi. Ayrıca geçmiş toplumlar sadece kültürel, manevi, ahlaki ve felsefi açıdan dindar değillerdi; aksine maddi ve ekonomik yaşam  biçimleri ile eski şehirlerin mimari yapıları dahi dini bir hüviyete dayanmaktaydı.

               Peygamberler, yani tarihi hareketin kurucuları ki bizim inancımıza göre Adem’den, bugünkü insan neslinin ilk başlangıcından başlar ve bu hareketin son halkası olan son Peygamber’e kadar devam eder. İbrahimi din veya genel anlamıyla İslam dini, hangi kesime, hangi fikre ve hangi sosyal yapıya karşı kıyam etmişlerdir? Ve İbrahimi dinlere karşı direnen, mücaadele eden ve savaşanlar kimdi, hangi cenahtı? Elbette ‘’küfür’’. Ancak bu dinsizlik anlamında değildir, yani dinsiz kafirler değil. Peygamberler halkı dine, dini duygulara davet etmek için gelmediler. Peygamberler, toplumu ve fertleri bir dine sahip olmaları gerektiği konusunda ikna etmeye gelmediler. Peygamberler, toplumlara kulluğu tebliğ etmeye gelmediler. Zira kulluk, dini duygu, gaybe, Allah’a ya da ilahlara iman hissi bireylerde ve toplumlarda her zaman mevcuttu. Her ne kadar tarihte peygamberlere, kelamcılara, filozof ve din adamlarına karşı çıkan, Allah ve gaybe karşı deliller ileri süren bazı zındık ve materyalist kimselere rastlasak da aslında bunlar başka bir biçimde ve başka bir itibarla dini bir itikada sahiptiler ve metafiziğe bir şekilde inanıyorlardı. Aslında materyalizm düşüncesi tarihte hiçbir zaman gerçekleşmemiş, bu düşünceye dayalı bir toplum kurulmamış ve hiçbir zaman tarihin herhangi bir dönemine damgasını vurmamıştır.

               Peygamberlere karşı direnen, bizim inandığımız dini hareketlerin ilerlemesine engel olan, var gücünü ve bütün imkanlarını bu hareketi yok etmek ve yoldan çıkarmak için harcayan her zaman ‘’küfür’’ olmuştur; dinsizlik değil.

               Dolayısıyla din, dinsizlikle mücadele değil; aksine küfürle, o toplumun ve dönemin diniyle mücadeledir. Ne mutlu ki bu kavram bizzat Kur’an’ın kullandığı kavramdır. İslam ile savaşanlar, İbrahim, Musa ve İsa ile savaşanlar, hiçbir dini hassasiyeti olmayan kimseler değildi; aksine bir dinin mensupları ve koruyucularıydılar. Bunların bir dini vardır ve bu din adına peygamberlere karşı direnmekteler, din adına yeni din ile savaşmaktadırlar.

               Allah peygambere şöyle buyuruyor: Halka, kafirlere şöyle hitap et; ‘’De ki ey kafirler’’ (Kafirun suresi). Dikkat buyurun, burada muhteşem bir tekrar ve dikkat çekme söz konusu. ‘’Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem’’. Aslında bütün söylemek istediğim, bu surede yer almaktadır. Söz konusu olan, ibadetsizliğe karşı ibadet değildir. Yani bir kulluğa karşı başka bir kulluk söz konusudur. Peygamber’in karşısında yer alanlar kulluğa inanmayan, mabutları olmayan kimseler değildir; aksine İslam Peygamber’inden daha fazla mabutları vardır. İhtilaf konusu olan şey hangi mabuda, hangi ilaha kulluk edileceği meselesindedir; din konusunda değil. ‘’ Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk ediciler değilsiniz’’. Bu bir önceki ifadenin aynısıdır. Ancak Allah bir maksadı farklı ifadelerle tekrar etmektedir. Çünkü bunu bir kaide, bir usul olarak yerleştirmek istemekte ve bu kaidenin bütün yönleriyle, bütün açılardan beyinlere kazınmasının istemektedir. ‘’Ve ben de sizin kulluk ettiklerinize kulluk edici değilim’’. Sonunda da bir kaide, bir ilke olarak şunu ilan etmektedir. ‘’Sizin dininiz size, benim dinim bana’’ Yani sizin kendi dininiz vardır, benim de kendi dinim var. Bu açıdan bakıldığında tarih boyunca din, din ile savaşmıştır.

               Tevhid dini, her zaman kafirlerin dini ile savaş halinde olmuştur. Peki bu savaştan kim zaferle çıkmıştır? Tarih boyunca muzaffer olan, maalesef ‘’onların dini’’ (kafirlerin dini) olmuştur. Toplumlara bir göz atalım. Peygamberlerimiz ki hepsinin Hakk’ın peygamberi olduğuna iman ediyoruz, kendi dinlerini bir topluma tam anlamıyla hakim kılamadılar. Tam olarak, istenildiği manada, dinlerinin gerektirdiği bir biçimde, tarihin herhangi bir döneminde bu hedefi gerçekleştiremediler. Bütün toplumlar tarih boyunca küfür dininin etkisi ve hakimiyeti altında olmuştur.

               Muhatap açısından din; ‘’halkın dini’’ ve davetin merkezi, ruhu ve yönü açısından ‘’Allah’ın dini’’; Peygamber’in onlara (kafirlere) ‘’Benim dinim bana’’ dediği dindir. Bu nedenle tarih boyunca mevcut dine başkaldıran, onunla mücadele eden din, bütün toplumlarda ve dönemlerde Hakk’ın peygamberleri tarafından ortaya konan muhatabı ‘’halk’’ ve halkın kendisine çağırıldığı mabud ise ‘’Allah’’tır.

               Kur’an’a dikkatle yöneldiğimizde ilk bakışta şunu görürüz ki Kur’an ‘’Allah’’ kelimesi ile başlar, ‘’en-nas/halk’’ kelimesi ile son bulur. Kur’an’ın her zamanki muhatabı halk’tır. Allah’ın zatı ve mevcudiyeti halktan ayrıdır. Bu açıdan Allah ve halk birbirinden tamamen farklıdır. Ancak sosyal açıdan taraf olma, saf tutma açısından ‘’Allah’’ ve ‘’halk’’ aynı safta, aynı yönde ve aynı konumda yer alırlar. Öyle ki insanın sosyal, ekonomik ve yaşam biçimiyle ilgili olan bütün ayetlerde Allah kelimesi yerine halk sözcüğü konulabilir ve aynı şekilde halk sözcüğünün yerine Allah kelimesi konulabilir durumdadır. Söz gelimi ‘’Mal Allah’ındır’’. Burada putperestlikte olduğu gibi – haşa – Allah’ın da mala mülke ihtiyacı olduğu için halk infaklarından bir kısmını -nezir veya kurban yoluyla- mabede ya da mabedin sahibine vermeleri gerekir anlamında değildir!! ‘’Mal Allah’ındır’’ demek, servet Allah’ındır demektir. Ve burada ‘’Allah’ındır’’ ifadesi aynı zamanda ‘’İnsanlarındır’’. Anlamındadır.  Bu ayeti böyle anladığı için Ebuzer, Muaviye’nin yakasına yapışarak şöyle diyor: ‘’Sen halkın malını yemek için ‘Mal Allah’ındır’ diyorsun. ‘Mal Allah’ındır’. Yani mal Allah’ın olduğuna göre ve ben de Allah’ın halifesi olduğuma göre malı kendim yerim veya dilediğim kimseye verir, dilediğimden de alırım!’’

               Ebuzer, Muaviye’ye ‘’Mal Allahın’dır’’. İfadesinin, ‘’Mal ileri gelenlerindir’’ şeklinde değil; aksine ‘’Mal halkındır.’’ Şeklinde anlaşılması gerektiğini, Allah’ın kastının bu olduğunu öğretiyor. İnsanlar Allah’ın ailesidir sözü de bunu ifade eder. Durum böyle olunca haliyle ailenin reisi, sahibi olduğu ailenin safında yer alır.

               Allah’ın ailesinin yani halkın karşısında ise ‘’ileri gelenler’’ ile ‘’sefahate dalanlar’’ sınıfı yer almaktadır. Tarih boyunca halka hükmeden, he zaman halkın malına mülküne el koyan ve halkı kendi sosyal ve ekonomik alınyazısını tayin etmekten mahrum bırakanlar yer alır.

               Evet!! Bunların -ileri gelenler ve sefahate dalanlar- dini vardır. Bunların hiçbiri materyalist, varoluşçu veya dinsiz değildir. Hepsinin kulluk ettiği ilahı, hatta ilahları vardır. Firavun dahi öyleydi. Bunların açık bir şekilde dinleri vardı ve bu net olarak bilinmektedir. Peygamberler de bunları ve Allah’ın dinine karşı mücadeleye girişen dinlerini -ki şirk dini ve tağuta kulluk dinidir- ortadan kaldırmak için gelmişlerdir.

               Allah’a emanet olun.