DİN-SİYASET İLİŞKİSİ, Doğuda ve Batıda tarih boyunca sorun olmaya devam etmiş ve siyasi hakimiyetin kime ait olduğu sürekli tartışılmıştır. Ruhban sınıfıyla devlet adamları arasında iktidar mücadelelerin yaşandığı Batı dünyası, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmayı amaçlayan laiklik anlayışıyla birlikte soruna farklı bir çözüm üretmeyi başarmıştır. Bütün dünyayı etkileyen bu yeni durum karşısında Müslüman toplumlar, din-siyaset ilişkisini yeniden değerlendirmek suretiyle yeni çözümler üretmek istemişlerse de Batı tipi bir laikleşme sürecinin dışında kalmayı başaramamış ve birbirinden farklı laiklik tecrübeleri yaşamışlardır. Ancak İslam'da ruhbanlık olmadığı için, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, ruhbanlarla devlet arasında hakimiyet veya iktidar mücadelesi yaşanmamıştır. Genelde din alimleri, siyasetin yanında ve çoğu kere de emrinde olmuştur. İslam'ın ilk dönemlerinde hakimiyet mücadeleleri Kureyş'in iki büyük kabilesi Haşimiler ve Emevîler arasında cereyan etmiştir. Daha sonraları gerek Sünniler gerekse Şiiler, halifeleri veya imamları Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak görmüş, onlara sınırsız dini, siyasi ve hukuki yetkiler vermişlerdir. Hatta halife yahut imamlara Allah'a ait bazı sıfat ve isimler verilerek hiçbir makam tarafından sorgulanamayan dokunulmaz kişiler haline getirilmişlerdir.

               İslam dünyasındaki kendine özgü laikleşme çabalarının en köklüsü ve en eskiye gideni Tanzimat fermanı'yla birlikte başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti'yle şekillenen Osmanlı tecrübesidir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nde, diğer İslam ülkelerinden çok önce benimsenen ve uygulanmakta olan bir laiklik söz konusudur. Bu ayrım, hukuki, teolojik ve sosyolojik argümanlarla meşrulaştırılmaya çalışılmış olmakla birlikte, henüz tam olarak gerçekleştirilememiştir. Ancak bu meşrulaştırma teşebbüslerinde, Hilafetin kaldırılması ile ilgili Büyük Millet Meclisi'ni ikna etmek üzere bir konuşma yapan ve milli hakimiyet tezini işleyen Türk hukukçu Seyyid Bey’in görüşlerinde, her ne kadar doğrudan Maturidi'nin kendi eserlerine referans yoksa da Hanefi-Maturidiliğin hukuki ve kelamı metinlerini referans aldığı ve sıkı sık atıflarda bulunduğu açıkça görülmektedir.

               Kur'an'da konuyla ilgili ayetler incelendiğinde din-siyaset ilişkisi açısından şu tespitleri yapmak mümkündür. Kur'an, inanç, ibadet ve ahlak konularına doğrudan ve ayrıntılarıyla yer verirken siyasi konulara, evrensel nitelik taşıyan genel ilkelerin dışında herhangi bir belirlemede bulunmamıştır. Örneğin Hz. Peygamberden sonra halife kim olacak, hangi şartları taşıyacak, devletin yapısı ve yönetim biçimi nasıl olacak gibi kurumsal siyasetin konularına ilgi duymaz ve herhangi bir açıklamada bulunmaz. Siyaset kadar diğer konuları da ilgilendiren bu temel prensipler, genel olarak, Müslümanların işlerinin kendi aralarında meşveret/danışma yoluyla çözülmesi, insanlar arasında adaletle ve hakkaniyetle hükmedilmesi, yetki sahiplerine itaat edilmesi, emanetlerin ehline verilmesi, insanlar arasında üstünlüğün takva ile olduğu şeklindeki prensiplerden oluşmaktadır. Din-siyaset ilişkisinde en çok gündeme getirilen halife ve imam kavramları, iddia edildiği gibi, Kur'an'da siyasi otoriteyi elinde tutan kimse anlamında kullanılmamaktadır. Birincisi, özgür iradeli ve kendi adına güzel işler yapmaya namzet Allah'ın her bir kulu anlamına gelmektedir. İkincisi ise farklı farklı anlamlarda kullanılmakla birlikte, bu bağlamda insanlara örneklik ve önderlik yapan kişi anlamında Peygamberlik makamı için kullanılmıştır. Aslında bu tür kullanımlarda peygamberlik makamının dahi bir sülale imtiyazı olmadığı, gönderilen elçinin sülalenin mensuplarına fazilet sağlamadığı ve diğerlerine karşı bir üstünlük kazandırmadığı son derce açıktır. Ayrıca peygamberin seçildiği kabileye, peygamber kendilerinden çıktı diye, ölümünden sonra siyasi veya siyasi olamayan makamları ellerinde tutma imtiyazı da verilmiş değildir. Dolayısıyla hilafet ve hakimiyet meselesi, ''dini olmaktan ziyade dünyevi ve siyasi bir meseledir''. Doğrudan doğruya milletin işidir. Dolayısıyla Kur'an, siyasi ve hukuki konularda hakimiyet yetkisini tamamen insanlara bırakmış ve topluma ait işlerin insani birikimin sunduğu imkanlardan faydalanarak toplum tarafından düzenlenmesinin ve yürütülmesini istemiştir.

               Hz. Muhammed'in uygulama ve tavsiyelerinin diğer konularda olduğu gibi bu konuda da Kur'an'ın ortaya koyduğu genel çerçeveyle uygunluk arz ettiğini görüyoruz. Bundan dolayı Hz. Muhammed ölmeden önce kendinden sonra imam veya halife olacak kişiyi gizli veya açık olarak belirlememiştir. Hz. Muhammed'in temizlik ve misvak kullanmaya varıncaya kadar son derce ayrıntılı konularda tavsiyelerde bulunmasına rağmen bu konuda hiçbir açıklamada bulunmaması ve hadislerinde siyaset kelimesinin hiç geçmemesi son derece anlamlıdır. Öyle anlaşılıyor ki, dünyevi işlerin düzenlenmesi toplumun tamamını ilgilendiren bir konu olduğu için, kendi yöneticisini seçme yetkisini bütün Müslümanlara ait bir hak olarak görüyordu.

               Aslında Hz. Muhammed'in devlet başkanlığı misyonu, ilahi kaynaklı olmayıp tamamen içinde yaşanılan sosyal ve siyasi gelişmeler sonucunda elde edilmiştir. Başka bir ifadeyle, bu göreve layık görülmesi onun beşer olarak elde ettiği başarılarının ve bu konudaki kabiliyetinin sonucuydu. Hatta peygamberlik gelmeden önce de liderlik vasfını kullanarak ihtilaflı konularda hakemlik yaptığı bilinmektedir. Böyle görüldüğü için Müslümanlar zaman zaman Hz. Peygamber'in çeşitli konulardaki vahye dayanmayan kişisel görüşlerini eleştirebilmişler ve ona alternatif görüşler ortaya atabilmişlerdir.  Bundan dolayı başta Kur'an olmak üzere, kaynaklar Hz. Muhammed'i melik/kral vasfıyla tanımlamaktan kaçınmışlardır. Çünkü meliklik ve sultanlık, kuvvet, galebe, tasallut, kahır, istila veya cebir yoluyla elde edilir. Halbuki Kur'an, ''sen onlar üzerinde zorba değilsin'' diyerek onu bir kral veya melik gibi güç ve zor kullanmaması konusunda uyarmış ve onun ne insanların ne de Allah'ın vekili olmadığını açıkça bildirmiştir.

               Hz. Muhammed'in siyaset ve devlet başkanlığı konusundaki bilinen tavrına ve uygulamalarına rağmen, Hz. Ebu Bekir'in halife olarak seçilmesi sırasında ''İmamlar Kureyştendir'' şeklinde bir rivayet nakledilmiştir. Bu sözde hadis, Müslümanların siyasi hayatını belirlemede son derece etkili olmuş ve çok erken dönemlerden itibaren Kureyş'in iki büyük kabilesi arasında iktidar mücadelesine sebep olmuştur.

               Sonraki dönemlerde sahih kabul edilen ve hadis kitaplarına giren ''İmamlar Kureyş'tendir'' rivayetine dayanarak, Sünni alimlerin hakimiyeti/hilafeti genel anlamda Kureyş'e tahsis ettiğini müşahede etmekteyiz. Şia ise, çoğunlukla hakimiyeti Hz. Peygamber'in Fatıma'dan olan soyundan gelen 12 kişiye ait olduğunu ileri sürmektedir. Haricilerin Allah'ın hakimiyetini karizmatik bir topluma tahsis etmesi şeklindeki siyaset nazariyeleri bir kenara bırakılırsa, temelde İslam düşüncesinde birisi Şia'nın teokratik siyaset anlayışı, diğeri anlara bir reddiye ve cevap niteliğindeki Sünni anlayış olmak üzere iki farklı siyaset nazariyesi geliştirilmiştir.

               Şii-İmamiyye'nin imamiyet nazariyesine göre, İmamet konusu dinin en temel konularından olup, insanların ihtiyarına ve seçimine bırakılması doğru değildir. Şii inanışa göre devlet başkanlığı makamına gelecek imam/imamlar, masum olup Kur'an ve Hz. Peygamber tarafından nas ve tayinle önceden açıkça belirlenmiştir. Bunlar Hz. Ali ve onun Fatıma'dan olan soyundan toplam on iki kişidir. Hz. Peygamberden sonra, dini ve dünyevi konularda siyasi ve hukuki yetki onların elindedir. İmamet, bir inanç esasıdır, dolayısıyla imamlara itaat dinen vaciptir. Şii alimler, Hz. Ali'nin tayinini ispatlamak için pek çok eser yazmış ve yüzlerce uydurma rivayetleri delil olarak kullanmışlardır. Şia'nın siyaset nazariyesi, hakimiyetin imamlara Allah tarafından verildiğini iddia ettiği için bir çeşit teokrasi olarak görülebilir. Bu anlayış, İslam'ın siyasallaştırılması ile sonuçlanmıştır. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, Şii siyaset anlayışı ile Tanrı'nın hukuki ve siyasi otoritesini temsil ettiğini iddia eden Katolik Kilisesi'nin anlayışı arasında benzerlikler vardır.

               Sünni siyaset nazariyesine göre, imamların seçimi Müslümanların önde gelenlerine veya kendilerine bırakılmıştır. Dolayısıyla İmamların seçimi, Müslümanların ihtiyari veya biat etmesiyle gerçekleşir. Ancak onlar, hakimiyeti Kureyş kabilesinin mensuplarına ait görmekle Kur'an'ın temel ilkesi olan Müslümanların eşitliği anlayışına ters düşmüşlerdir. Ayrıca iktidar tarih boyunca, veliaht tayini yoluyla veya güç ve silah yoluyla elde edilmiştir. Aslında Sünniler, hep ariciler ve Şia'yı eleştirmekle meşgul olduklarından, hakimiyet sorunu ile ilgilenerek yeni bir siyaset nazariyesi geliştirememişlerdir. Genelde ilk dört halifenin tarihi sırasının fazilet sırası olduğunu ispat etmek ve her birinin halifeliği ile ilgili delil olabilecek rivayetleri bir araya toplamakla meşgul olmuşlardır. Kısaca onlar içinde bulundukları devirdeki siyasi yetkinin kime nasıl devredilmesi gerektiği sorunuyla ilgilenmek yerine ilk dört halifenin meşruiyetini ispatlamaya ve onların iktidar dönemlerini bütün dönemler için örnek göstermeye çalışmışlardır. Öyle ki Sünni alimler, Emevi ve Abbasi iktidarına karşı ortak bir tavır dahi geliştirememişlerdir.

               Osmanlı'nın sonlarında başlayan din-siyaset ilişkisi tartışmalarında, Ebû Hanîfe ve Mâturîdi'nin temsil ettiği Akılcı din anlayışına ait kelami ve fıkhi metinlerin kullanıldığını görmekteyiz. Dolayısıyla sorunla ilgili üretilen yaklaşımlarda, Hanefi-Maturidi kelami ve fıkhi metinlerin doğrudan ya da dolaylı olarak etkilerine rastlamak şaşırtıcı olmayacaktır. Etkilenmenin açık olmadığı durumlarda dahi yakın benzerlikler söz konusudur. Buna örnek olarak Ziya Gökalp'in sosyolojik, Seyyid Bey'in hukuki ve Ali Abdurrazık'ın teolojik yaklaşımını söyleyebiliriz.

               Ziya Gökalp'in sosyolojik yaklaşımına göre, toplumların gelişmesine bağlı olarak işler, meslekler hizmet alanları, yetki ve uzmanlık alanları ortaya çıkmıştır. İnsanları her bir işi tek başına yapmaktan kurtaran iş bölümü neticesinde, çeşitli uzmanlık daireleri oluşmuştur. Diğer alanlardaki iş bölümü kaidesi, diğer sahalarda olduğu gibi dini sahada ve hizmet alanlarında da geçerlidir. Ona göre gelişmiş cemiyetlerde dini velayetin dünyevi, siyasi, maddi, hukuki, müesseslere şamil olması doğru değildir. Bu sebeple dini hükümlerin İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren başlayan diyani-kazai hükümler ayırımı, daha köklü bir şekilde bugün yapılmalıdır. Çünkü ilk asırlarda diyani hükümleri bildirmek üzere müftülük, kazâi hükümleri bildirmek üzere kadılık makamları tesis etmiştir. Gökalp, bu ayırımını Ebu Hanife'nin, müftülük ile kadılık makamını birbirinden ayırması örneği ile meşrulaştırmaya çalışır. Ebu Hanife, bu iki makamın birleşmesini caiz görmediği için, ölümü göze alarak Abbasilere baş kadı olmayı kabul etmemiştir. Gökalp’e göre, diyâni-kazâi hükümler ayırımında, vicdan alanına mahsus diyâni hükümler ibadet ve itikadi içermekte olup ifta makamı olan müftülere bırakılmalıdır; yasama alanına ait kazâi hükümler ise muamelattan olup kaza makamı olan hukukçulara bırakılmalıdır. Hukukçular için bu konuda en önemli, kaynak her zaman değişebilen örftür. Bu konuda da Ebû Hanife'nin örf ve istihsan görüşünü delil getiren Gökalp, hukukun örfe bağlı olan kısmının örfün değişmesi ile değişebileceğini savunur.

               Din-siyaset ilişkisinde geliştirilen yaklaşımlardan birisi de Ali Abdurrazık'ın teolojik yaklaşımıdır. Abdurrazık, Hz. Peygamber'in şahsında şu köklü soruyu sorar: Hz. Muhammed siyasi bir devletin kurucusu, bir hükümetin başkanı, aynı zamanda bir peygamber ve bir dini birliğin reisi mi idi? Yoksa yalnızca bir peygamber mi idi? O, bu soruyu şöyle cevaplandırır: Risalet ayrı bir makam, padişahlık ayrı bir makamdır. Nice peygamberler vardır ki hükümdarlık yapmamışlardır. Nice hükümdarlar vardır ki risalet payesine sahip değillerdir. Peygamberlerin çoğunluğu, sadece risalet görevini yerine getirmişlerdir. Dine davet, Allah'a imana çağrıdır. Bu davetin esasını, açık ve seçik bir şekilde dinin anlatılması oluşturur. Etkileyici yollarla ve iknayla kalpleri kazanmak söz konusudur. Bu davette cebre ve ikraha asla yer yoktur. Çünkü hiçbir peygamber, kılıç zoruyla insanları Allah'a imana çağırmamıştır. Hz. Muhammed'in risaletinde de temel ilke, diğerlerinde olduğu gibi vaaz ve irşada başvurmak, asla cebir ve zor kullanmamaktır. Hz. Muhammed, bir dini davetin peygamberidir ve sadece din getirmiştir. O, asla bir hükümdar değildir. Onun nebevi hâkimiyet oluşturması veya siyasi faaliyet sayılabilecek bazı teşebbüslerde bulunması, risalet görevi dışında bir faaliyettir ve bunlar Allah tarafından vahyedilenlerin bir parçası değildir.

               Bugünkü sohbetimizi şu sözlerle tamamlamak istiyorum. Siyasi ve hukuki hakimiyeti elinde tutan ruhbanlık sınıfı ve kilise olmadığı için, teorik olarak İslam, özünde laiktir ve laikleştirilmeye ihtiyacı yoktur.  Batı toplumlarındaki laiklik uygulamalardan dinin laikleştirilmesi olarak bahsetmek mümkündür. İslam dünyasındaki laikleşmeden ise, Türkiye'deki gibi, devletin laikleşmesinden söz edilebilir.

               Tekrar buluşmak üzere Allah'a emanet olun.