Kur'an'ı Kerim'de Yüce Allah, ''Allah'ın ipine topluca sımsıkı sarılın, ayrılıkçılık yapmayın.'', ''Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız mutlaka siz en üstünsünüz.'' buyurmasına rağmen Müslümanlar fırkalara ayrılmış ve bugün uluslararası arenada da Müslüman milletler geri kalmıştır. Halbuki Müslümanların maddi bakımdan da en üstün durumda olmaları gerekirdi. Müslüman milletlerin az gelişmiş ya da gelişmemiş olmalarının bir rastlantı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Söz konusu milletlerin geri kalmalarının anlaşılır bir sebebi olmalıdır. Bu sebebi Müslümanların yanlış yolda olmalarında aramak gerekir. O halde, hatanın nasıl ne zaman ve ne şekilde başladığını incelemek bir zarurettir. Yanlışın düzeltilebilmesi, teşhisteki isabete bağlıdır. Çünkü sorunun temelini kavrayamayan bir yaklaşımın, çözümde de yanılması kaçınılmazdır.

            Müslüman milletlerin; ''Siyasi, iktisadi, içtimai ve ilmi sahalarda gelişememelerinin sebebi, Müslümanların kendileri midir, yoksa Müslümanların dışındaki güçler midir?'' diye sorumuzu sormamız ve konuyu önce bu şekilde ortaya koymamız lazımdır. Düşmanların yardımıyla hiçbir nizam yaşamadığına göre, Müslümanların bölünmelerinin ve geri kalmalarının sebebinin yine bizzat Müslümanların kendilerinin olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu saptama bizi ya Müslümanların inandıkları ilkelerde ya da bu ilkelerin Müslümanlarca anlaşılma ve uygulanma biçimlerinde bir yanlışlığın olduğu sonucuna götürmektedir.

            Kur'an'ın incelenmesi durumunda bu hatanın, Müslümanların Kur'an'ın getirdiği nizamı, gerektiği şekilde anlayamamalarından kaynaklandığı görülecektir. Müslümanların, içine düştükleri çıkmaza sürükleyen ve kökleri oldukça eskilere uzanan ilk kırılma, siyasi alanda başlamıştır.

            Devlet işlerini yürütme ve düzenleme sanatı olan siyaset, devletin yaşamasını ve gelişmesini sağlayacak imkân ve araçları sunar. Devlet ise, belli bir toprak parçasında, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı olarak yaşayan, bir milletin meydana getirdiği siyasi birliktir. Devlet, görevlerini hükümet eliyle gerçekleştirir.  Devleti meydana getiren insanlar değişebilir ve hatta rejimler değişebilir fakat devlet kalır. Çünkü o süreklidir. Görülüyor ki, siyasetin ana konusunu devlet teşkil etmektedir.

            İktidar ise 'başkalarının davranışlarını kontrol edebilme' imkânı olarak tanımlanabilir. Siyasi hayat, bir toplum tarafından kabul edilmiş otoriteye, yani meşru iktidara dayanan faaliyetlerden oluşan bir bütündür. Meşruluktan kastedilen ise, 'gerektiğinde kuvvete başvurulması halinde, kuvvet kullanmanın haklılığı ve meşruluğunun önceden kabul edilmiş' olmasıdır. Siyasetin odak noktasını oluşturan devlet, egemenliği altındaki vatandaşların tümünü, yani ''herkesi ilgilendirmektedir.'' Bundan dolayı, devletin aldığı siyasi kararlar, vatandaşlarını az ya da çok değişik şekillerde etkilemektedir.

             İnsan toplumlarını oluşturan bireylerin arasında düşünce, çıkar ve psikolojik eğilim farklılıklarından doğan çatışma her zaman var olmuştur. Bu çatışmanın hedefi ise iktidarın ele geçirilmesidir. İnsanlarda bulunan başkalarına hükmetme arzusu, başa geçme isteğini doğurmaktadır. Çünkü yöneten insan, diğer insanlara hükmetmekte ve daha çok istediği gibi yaşamaktadır. Başa geçemeyen ise başkalarının istediği gibi yaşamak durumundadır. Maslahat icabı, insanların topluluk halinde yaşamaları sonucu, bu başa geçme, tek olma ve bağımsızlık isteği insanın yaratılışındandır. İnsandaki iktidar arzusu ve iktidarın sağladığı nimetler insanı kışkırtmaktadır. Hatta bazen insan, sırf iktidar için dahi iktidarı isteyebilmektedir.

            Kur'an, kabileciliğe ve ırkçılığa karşı savaş açarak, Araplardaki bu siyasi ve toplumsal hastalığı yasakladı. Ayrıca, kabile ve ırk farklılıklarının bir üstünlük aracı olmadığını ilan etti.  Fakat Hz. Peygamber döneminde de Müslümanlar arasında zaman zaman, eski kin ve düşmanlıklarının da etkisiyle, kabile asabiyetine dayanan çekişmeler olmuş ve Allah'ın elçisi, duruma müdahale ederek, olayların büyümesini önlemişti. Ancak Hz. Peygamber'den sonra meydana gelen siyasi hadiselerde, Arapların, İslam öncesi siyasi ve toplumsal değerlerinin, sahabe arasında yeniden ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Bunun ardındaki asıl sebep, siyasi kültürün uzun bir geçmişe dayanması olgusudur. Çünkü ''bir milletin siyasi teşekkül ve teessüsü, o milletin ancak tarihin bir neticesi'' olarak ortaya çıkmaktadır. Siyasi alanda sahabe arsında kabilecilik değerlerine rastlanılmasını da bu bakış açısıyla değerlendirmek gerekir.

            Hz. Ali- Mu'aviye mücadelesinde Mu'aviye'nin görüşlerini benimsemeyen Ümeyyeoğullarının bile Mu'aviye'nin etrafında toplanarak, Hz. Ali'ye karşı savaşmalarını, keza Hz. Ali'nin, Mu!aviye'ye yazdığı mektuplarından birinde, Ebu Talib'in Ebu Sufyan'dan üstün olduğunu ileri sürmesini İslam öncesi siyasi kültürün izleri olarak yorumlamak gerekir. Bütün bunlardan anlaşılan şudur: İslam öncesi döneme ait birtakım siyasi ve toplumsal değerler, Müslümanların kafalarından sökülüp atılamamıştır.

            Kur'an'ı Kerim, siyaset alanını ilgilendiren bu konularda belli bir düzenleme getirmemiştir. Kur'an'ın bu tavrının sebebi, siyasi düzenlemeyi kendi zamanlarının ihtiyaçlarına göre Müslümanların yapması için olsa gerektir. Siyasi yapı dinamik olduğu için zaman, mekân ve milletlere göre farklılık arz edeceğinden, belli bir zaman diliminde veya toplumda yapılan siyasi düzenleme evrensel olma niteliği taşımaz. Bundan dolayıdır ki Kur'an, siyasi alanı da kapsamına alacak, bütün insanlarca benimsenebilecek, her zaman ve her yerde uygulanabilecek olan genel ilkelerle yetinmiştir. Başka bir ifade ile Kur'an'ın, siyasi eylemlerin kilometre taşlarını koyduğunu, diğer konuları da yaşanılan zamana göre belirlemek üzere Müslümanlara bıraktığını görmekteyiz. Genel olarak Kur'an'ın önerdiği siyasi sistem; hürriyet, adalet, eşitlik ve dayanışma ilkelerine dayanmaktadır.

İslam'da hükmetme sisteminin temelini bireysel, siyasal, toplumsal ve dini özgürlükler oluşturmaktadır. Bu özgürlüklerin özüne dokunulamaz. Kur!an'ı Kerim'e baktığımızda siyasi çalışmalara sınır olacak ilkeler şu şekildedir:

1.     Kur'an'da bildirilmemiş ve düzenlenmemiş hususların, ilgili taraflar ile görüşülerek çözülmesi,

2.     Yöneticilerin ehliyetli kişilerden seçilmesi ve kamu görevlerinin liyakatli kimselere verilmesi,

3.     Devleti yönetenlerin vatandaşlar arasında adaletle hükmetmesi,

4.     Yöneticilerle yönetilenler arasında çıkan uyuşmazlıklarda, sorunun yargı sistemi aracılığı ile çözülmesi,

5.     Toplumda düşünce özgürlüğünün sağlanarak değişik görüşlerin tartışılabileceği bir ortamın oluşturulması ve en güzel görüşün ortaya çıkmasının sağlanması,

6.     Toplumu meydana getiren bireylerin, siyasi bilinç düzeyinin geliştirilmesi ve vatandaşın, desteğinden sorumlu olması,

7.     Siyasi idarenin, toplumun gelişmesi için ilmi araştırmalara destek olması gibi evrensel ilkelerdir.  

            Bu ilkelere Müslüman olmayanlar da itiraz etmezler. Kur'an, siyasi idarede ayrıntıları, zaman ve mekâna göre ayarlanmak üzere Müslümanlara bırakmıştır. İslam siyasi idareyi sınırlandırmadığı gibi, dinsel nitelik taşıyan bir kurum da kurmamıştır. Bunun sebebi, İslam'ın, siyasi hayatla ilgisizliği değil, siyasi yapının doğasında bulunan dinamikliği ve değişkenliği dikkate almış olmasıdır. İslam, siyasi sürece şer gözüyle bakmaz. Hatta Müslümanın, Kur'an'ın öngördüğü özgürlük, adalet ve kardeşlik ilkelerini gerçekleştirmek için, siyasi iktidarı elinde bulundurmasını önerir. Burada önemli bir konunun altını çizmekte yarar görmekteyim: Kur'an'dan anladığımız ölçüde, siyasi iktidar, teokratik yani Allah'a dayalı değildir; Siyasi iktidar halka dayanmaktadır. Doğrusu ''İktidarın temeli konusunda İslam'ın getirdiği ilk tarihi yenilik budur. İslam'ın ilkeleri insanın tarihi tecrübesini de dikkate alan, onun beşerî istek ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek daha iyi bir sisteme kavuşturmayı amaçlamaktadır. Bu ilkelerin insanın doğasına aykırı olması söz konusu değildir.

            Kur'an'ın öngördüğü sisteme, çağımızın söylemiyle ''hukuk devleti'' diyebiliriz. Kur'an, idarecilerden hukuka riayet etmelerini istemektedir. ''Ey inananlar, Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olun......(Maide suresi 8. Ayet.) Kur'an, yürütme organının faaliyet alanının, belli ölçüler içerisinde olmasını istemektedir. Hukuk devleti ise, devlet faaliyetlerinin takdiri kaidelere değil, hukuki kaidelere tabi olmasıdır. Allah(cc.), ''keyfi davranmayı Elçisi'ne dahi yasaklamıştır.'' Kısaca, Kur'an hukukun üstünlüğü ilkesini savunmaktadır.

            Hz. Peygamber'in kurduğu Medine devletinin başında bizzat kendisinin bulunmasından ve Allah'ın, Elçisi'ne zaman zaman müdahale etmesinden, yani karışmasından dolayı, bu devleti yarı teokratik olarak niteleyebiliriz. Fakat müdahalenin de nizamı bozacak uygulamalarla sınırlı kaldığı görülmektedir. Bunun için tam teokratik denemez. Hz. Peygamber'den sonra yönetimin teokratik olması mümkün değildir. Çünkü ondan sonra Peygamber gelmeyecektir. O halde, Hz. Peygamber'den sonra ümmeti kimin idare edeceği ve yönetim şeklinin nasıl olacağı meselesi ümmete kalmıştır. Çünkü bir idare sistemi, iktidarın kaynağı bakımından eğer teokratik değilse, demokratik olmak durumundadır.

            Hz. Peygamber'in kendinden sonra Müslüman devletinin başına birini tayin etmemesi de, devlet başkanını seçme görevinin ümmete ait olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat Hz. Peygamber'den sonra ümmete ait olan bu yetkinin, ümmet tarafından kullanılmadığı görülmektedir. Bunun sebebini de İslam'ın ilk nesillerinin siyasi kültürlerinde aramak durumundayız. Hz. Peygamber'in vefat ettiği gün, sahabe arasında iktidar kavgasının başlamış olmasını doğru ve tutarlı olarak değerlendirmemiz, bugün ümmetin siyasi mecrada yaşadığı sıkıntıları anlamamıza yardımcı olacaktır.

            Bugün başımıza gelenlerin Kur'an'i din ile, bir millet'in gelenek ve kültürünün din olarak algılanması ile başladığını ve halen devam ettiğini unutmamamız gerektiğini söyleyerek ve bu konudaki sohbetimizin daha devam edeceğini de belirterek bugünkü söyleşimiz bitirelim.