Çocukluğumun sessiz sokaklarından birinde, evimizin arka tarafında bir ihtiyar yaşardı. Her haliyle zamanın yorgunluğunu üzerinde taşıyan, heybetli bir adam: Mehmet Çavuş. Uzun boyu, ak sakalı, bastonuna yaslanmış ağır yürüyüşüyle çocuk zihnime sanki bir masal kahramanı gibi kazınmıştı.

O zamanlar, onun ne büyük fırtınalardan geçtiğini anlayacak yaşta değildim ama gözlerindeki uzak bakışlar, her cümlesinin sonunda iç çekişi, yüreğinde taşıdığı derin yorgunluğu sezdirirdi. İstiklâl Harbi’nde ve belki de öncesinde, bu toprağın ateşle sınandığı yıllarda cephelerde bulunmuştu. Şimdi anlıyorum ki, onun suskunluğu bile tarihin sarsıcı bir yankısıydı.

Benim için o, sadece bir komşu değil, anlatılamamış bir tarihin ayakta kalmış son sayfasıydı. Yanına yaklaşır, çocuk merakıyla gözlerine bakar, geçmişin sesini duymaya çalışırdım. O ise bastonunu kavrar, gözlerini kısıp uzaklara dalar, sanki hatıraların içinde yürür gibi başlardı konuşmaya. Kafasında ve bedeninde taşıdığı yara izleri, konuşmadığı zamanlarda bile anlatırdı çok şeyi.

Köyden gidenlerin çoğu dönememişti. Mehmet Çavuş, sadece yaralı değil, yarım dönendi. Ne gidebilmişti tam anlamıyla ne de dönebilmişti. Bir yanı hâlâ o dağların, o karanlık gecelerin, o susuz yokuşların ardında kalmış gibiydi.

Keşke o yıllarda bir ses kayıt cihazı olsaydı... Ya da yazmaya meraklı biri çıkıp da onun anlattıklarını kaydetseydi. Zira onun hikâyesi sadece bir adamın değil, bir milletin hayatta kalma hikâyesiydi.

En çok aklımda kalanlar, kıtlık zamanlarında yedikleriyle ilgili söyledikleriydi. Ekmek yerine ot, su yerine gözyaşı... Ama yine de yaşamak. Her sözünün sonunda aynı nasihati verirdi:
"Aman ha çocuklar, önünüze ne konursa sakın geri çevirmeyin."

Bu satırların başlıktaki “Turan”la ilgisini kurmakta zorlananlar olabilir. Hiç mahsuru yok. Anlatacağım; çünkü Turan yalnızca bir gazetenin adı değil, bu şehrin, bu toprağın, bu hatıraların taşıyıcısıdır. Ve 96 yıldır, Mehmet Çavuş’un anlatamadıklarını dahi kendi diliyle anlatmayı sürdüren bir hafıza mahfazasıdır.

Harput mirasının şehirleşmiş hâlidir Elâzığ.
1930’lu yılların Türkiye’si; yoklukla, suskunlukla ve imkânsızlıkla çevrili bir memleketti. Ekonomiden eğitime, sağlıktan ulaşıma dek neredeyse her alanda “yok”un içinde bir varoluş mücadelesi veriliyordu. Elâzığ, 1937 yılında demiryoluyla Malatya’ya bağlandığında, bir nebze olsun soluklanabildi bu yorgun coğrafya. Rayların tıkırtısıyla sadece yükler taşınmadı; haber, ses, umut da ulaştı bu topraklara. En büyük ekonomik gücü de Maden’de Bakır ve Krom işletmesiydi. Turan Gazetesi'nde o günlere ait hatıralar saklıdır.

Bugün nazarımda Turan Gazetesi, 96 yıllık bir hafızayı göğsünde taşıyan bir başka Mehmet Çavuş gibidir. Yaşadıklarını tam anlatamasa da her kırışığında, her sararmış sayfasında bir devir saklıdır. 1930’lu yıllardan bugüne uzanan o uzun yürüyüşte, nice yoksunluk, nice suskunluk ve nice sessiz kahramanlık gizlidir.

Şimdi dönüp de sorsak: O yıllarda yaşananları kim anlatabilir bize? Hangi söz, hangi ses bugüne taşıyabilir o yorgun ama dirençli günleri?

Aslında sorulması gereken soru belki de şudur:
Bu kadar yokluk, kıtlık ve mahrumiyet içinde; Anadolu’nun tam ortasında, Harput gibi görkemli bir kültür hazinesinin üzerine kurulmuş bu mütevazı şehirde neden günlük bir gazete çıkarılırdı?

Anadolu’da yayın hayatına başlayıp da neredeyse bir asra yaklaşan süre boyunca varlığını sürdürebilen gazete sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Bu topraklarda, böylesi uzun soluklu bir yolculuğu başaran nadir yayınlardan biridir Turan Gazetesi. Cumhuriyet tarihimizin en eski gazeteleri arasında yer alır. Türkiye genelinde hâlâ yayın hayatına devam eden üç köklü gazeteden biri olduğu da unutulmamalıdır.

Cumhuriyet Gazetesi, en eskisi olarak bayrağı taşımayı sürdürürken, Turan Gazetesi de bu direnişin sessiz ama vakur temsilcilerinden biridir.

Bugün, sadece Elâzığ'da değil, Türkiye'nin dört bir yanında; güçlü kalemleriyle geçmişi bugüne taşıyan, kültürümüzü, varlığımızı, tarihimizin derinliklerinden süzülen sesi “ati”ye taşıyan yazılarıyla büyük bir okuma iştahı uyandırmaktadır.

Çünkü Harput’un mirasını sırtlanmak, sıradan bir yükü taşımak değildir. Bu miras; Türk dünyasının Anadolu’daki tezahürü, yani kökü Orta Asya’ya, gövdesi Anadolu’ya, dallarıysa tüm dünyaya uzanan büyük bir kültür ağacının yüküdür.

İşte Turan Gazetesi, bu ağacın gövdesinde duran, o ağır kültürel yükün altında ezilmeden, onu vakarla taşıyan nadide bir değerdir.

Nasıl ki tarihi kalıntılarımızı “kültür varlığı” olarak koruma altına alıyorsak;
Turan Gazetesi’ni de kültürel hafızamızın yaşayan bir varlığı olarak korumak, yaşatmak ve gelecek nesillere ulaştırmak kanaatimce millî bir görevdir.

Zamanın hoyratlığını bilmeyen var mı? Hafızada ne varsa silip atar ve önüne geçemezsin. Yazıldığında da silinmesi, unutulması kolay olmaz. Turan Gazetesi, işte o silinmez izlerden biridir.

O yalnızca bir gazete değil; bir medeniyetin gündelik dili, bir şehrin yürüyen arşivi, bir milletin kültürel vicdanıdır. Harput’tan gelişip Anadolu’ya yayılan Türk irfanının kaynağıdır. Bugün 96 yaşında. Yani bir asra bir adım kala... Koltuğunun altında gazete tomarı ile cayır cayırrrrrrrrrrrr (*) yazıyor naraları ile satıcının sesini hayal ediyorum. Çok zor mali şartlarda mirasçıların yayına devam kararına şapka çıkarmak gerekir. Bu iradeye selam duruyoruz.
Bu satırlarla hem hatırlıyor hem de hatırlatıyoruz:
Elâzığ’ın kalbinde atan bu kültür damarı yaşamalı, yaşatılmalıdır.
Turan Gazetesi’nin 96. yaşı kutlu olsun.
Kelâmı yüceltmenin, hafızayı diri tutmanın onurlu yolculuğu daim olsun.

(*) Osmanlı’nın son zamanlarında yayınlanan gazeteler mürekkebe batırılan kamış kalemlerle yazılırdı. Bu kalemler de yazı sırasında cayır cayır ses çıkarırlardı. Bu tabir matbuat tarihimizin bir hatırası olarak kültür hazinemize yazıldı.