Peygambersiz hayata intibak başlıklı sohbetimizin son yazısı ile bu konuyu tamamlamak istiyorum. Sahabe dönemi iktidar kavgaları ile geçen bir dönemin sıkıntıları maalesef Müslüman coğrafyasında halen devam edegelmektedir. Bütün bu sıkıntıların sebeplerini tespit etmeden atılacak olan her adım yanlış olacaktır. O dönemin yanlışlarını doğrulatmak adına alınan her türlü karar ve fikirler bizi doğruyu bulma yönünde zaafa uğratacaktır. Bütün fikirlere saygı... Asla!! çünkü fikirler saygı konusu değildir. Saygı konusu olan İnsandır. Fikirler ise değerlendirme konusudur. Ayrıca fikir ile bilgiyi de karıştırıyoruz, bilgi ile inancı karıştırıyoruz. Bilgi demokratik bir kararla doğru olmaz ki! Mesela insan haklarını korumak demokratik karar konusu olabilir mi? Bunun gibi sahabenin fikirleri de, yüzyıllar sonrasında bir gurubun aldığı kararlarla doğru olmayabilir.

            Hz. Muhammed, 610 yılında, ilahi mesajları insanlığa ulaştırmak için, Allah tarafından elçi olarak görevlendirildi. Bundan üç yıl sonra kendi kabilesini İslam'a çağırması emrini aldı. Mekke'de yerleşmiş olan Hz. Peygamber'in kabilesi Kureyş, önce bu davete kayıtsız kaldı. Fakat çok geçmeden bu yeni düşüncenin kurulu düzen için tehlike teşkil edeceği endişesine kapıldı. Bundan dolayı Mekke'nin ileri gelenleri İslam'a ve onun Peygamber'ine karşı tavır aldılar. Müslümanlara, şiddeti giderek artan bir baskı uygulamaya başladılar.

            Başlangıçta Hz. Peygamber'in siyasi bir iddiası da yoktu. O, Allah'tan vahiy yolu ile aldığını, insanlara bildirme görevini hakkıyla yerine getirebilmenin endişesini taşımaktaydı. Müslümanlar arasında dini bir vahdet kurdu. Bu birlik, hiçbir şekilde siyasi bir vahdet değildi. Politik kaygılardan uzak, ilahi mesaja dayalı iman vahdetiydi. Çünkü bu nizam, inananları kardeş saymakta, oğlu dahi olsa, kişinin kendi inandığı değerlere inanmıyorsa ondan saymamaktaydı. İnsanlar arasındaki her tür ayırımcılığa ve zulme karşı savaş açtı. Başka bir ifade ile İslam daveti, bir değişimi ve çoğunlukla cahiliyenin zıddına bir uygulamayı getirmekteydi.

            Hz. Peygamber'in bütün çabalarına rağmen, İslami davet Mekke'de hem sınırlı kalmakta hem de yeni nizama karşı tepki gösteren zengin bir aristokrat sınıfın öncülüğünde Kureyş putperestleri, inanan bir avuç Müslümana ve Hz. Peygamber'e çeşitli işkenceler yapmaktaydılar. Allah'ın elçisi, görevini daha iyi yapabileceği bir yer aramaya başladı. Bu amaçla Taif'e gitti ve beklemediği bir biçimde kötü davranışla karşılaştı. Hz. Peygamber, Taif dönüşü umutsuzluğa bile kapıldı. Bir süre sonra, hac yapmak için Mekke'ye gelen bir grup Medineliyle gizlice görüştü. Bu görüşmelerden olumlu sonuçlar aldı. Medineliler, Allah'ın elçisini ve ona uyanları bağırlarına basacaklarına dair söz verdiler...

            Hz. Muhammed ve ona bağlı Müslümanlar, 622 senesinde Mekke'den Medine'ye hicret ettiler. Medineliler, misafirlerini büyük bir coşkuyla karşıladılar. Hz. Peygamber'i, hem Allah'ın elçisi, hem de kendilerini yönetecek idareci olarak kabul ettiler. Müslüman olmayan Yahudilerin de bu topluma katılmasıyla, Hz. Peygamber, yalnız Müslümanların değil, Yahudilerin de siyasi lideri oldu.

            Hz. Peygamber'in yaptığı ilk siyasi eylem, tüm Medinelileri bir anayasa etrafında toplamak oldu. Dünyanın, bilinen bu ilk yazılı anayasası, bir devletin kurulmasında İslam'ın siyasi yaklaşımını da ortaya koymaktaydı. Görülüyor ki, Medine'de İslam'ın politik düzeni, dini düzeninden daha çabuk yayılmıştı.

            Kureyş'in değişik kollarından olan Muhacirler, Medine Anayasası'nda, Medine'de yerleşik bir kabile gibi taraf oldular. Medine'nin güvenliğine önem veren Hz. Peygamber, Ensar ve Muhacirler arasında da kardeşlik anlaşması yaptı. Bu önlemler güven arttırmaya, karşılıklı destek ve savunmaya yönelikti. Hz. Peygamber kabilelerin konfederasyonuna dayalı bir yönetim modeli oluşturmuştu.

            Medine'de Müslümanlar başında Peygamberlerinin bulunduğu bir devletin üyesi olmuşlardı. Müslümanlıkta siyasi bir örgüt olan devlet, bizzat Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından kuruldu. Allah'ın Elçisi'nin yönetimde hangi ilkelere uyduğunu, ondan sonra bunlara uyulup uyulmadığını incelemek gerekmektedir.

            Peki ne idi? Allah'ın Elçisi'nin Müslümanlara; kendisinden sonra uymaları gereken vasiyeti ne idi?

 1.1. Ehliyet Esası

            İslam nizamı ehliyete çok önem vererek, her çeşit sınıf, zümre ve kişi zorbalığını kaldırmıştır. Bu düşünceye göre, muktedir olan, iktidarını ispat eden baş olacak, aile asaleti, kabile şerefi bahis konusu olmayacaktı. Çünkü Allah, Müslümanlara ''emaneti ehline teslim etmeyi...'' emretmişti. Söz konusu emrin geçtiği ayetin nüzul sebebi bile, konunun önemini, ortaya koymaya yetmektedir. Müslümanlar Mekke'yi fethedince Hz. Peygamber'in amcası Abbas, Hz. Peygamber'den, Kabe'nin sikaye ve sidane görevlerinin kendisine verilmesini istedi. Bu ayet, bu olay üzerine nazil oldu ve Abbbas'ın istediği görevlerin, Osman ibn Talha'ya verilmesi gerektiğine işaret etti. Ayetle ilgili olarak İbn Teymiyye, ilim adamlarının, yöneticilerin, görevleri yetenekli kişilere vermelerinin gerektiğini bildirmek için bu ayetin indiğini söylediklerini, belirtmektedir. Görülüyor ki, akrabalık, önce Müslüman olmak gibi şartlar aranmamış, görevi kim daha iyi yapabilecek ise onun öncelenmesi emredilmiştir. Velayet, imamet ve icra-yı hükümet emanet olduğuna göre, bu görevlere atanacak kişilerde ehliyetin dışında bir şartın aranmaması İslami temel bir ilke olmaktadır. Bu kuralı en güzel bir şekilde Hz. Peygamber uygulamıştır. Emanetin ehline verilmesi esasının uygulanması ile ilgili olarak Hz. Peygamber döneminden birkaç örnek vermenin faydalı olacağını düşünüyorum.

            Uhud Savaşında, Müslümanları zor duruma sokan ünlü komutan Halid İbn Velid Müslüman olunca, Peygamberimiz Halid'e ''Allah'ın Kılıcı'' ünvânını verdi. İslam'ın azılı düşmanlarından ve Mekke'nin ileri gelenlerinden Amr İbn As'ın İslam'ı kabul etmesi üzerine, Hz. Peygamber Amr'ı, silahlı kuvvetler başkomutanlığına tayin etti. Üstelik ilk Müslümanlardan ve ileri gelen sahabeden olan Hz. Ebu Bekir ve Ömer de onun emri altına getirmiştir. Bedir harbinden sonra, Müslümanlara karşı mücadelede Kureyş'in önderliğini yapan Ebû Sufyan, Mekke’nin fethinde Müslüman oldu. Hz. Peygamber de onu Necran'a vali olarak tayin etti.

            Allah'ın Elçisi'nin bütün bu tavırları, Müslümanlara yol göstermelidir. Nübüvvet devrinde vazife almış olan zatların nesebleri incelendiği zaman, bunların tayini konusunda herhangi bir kavmi şart aranmadığı ortaya çıkmaktadır. Emanet ehline verilmediği zaman kıyametin kopmasını bekle, uyarısı bir hadis olarak da bilinmiş olmasına rağmen, Hz. Peygamber'den sonra bu ehliyet ilkesine gerektiği şekilde uyulmadığını görüyoruz.

1.2. İstişare Esası

            Hz. Muhammed, Allah'tan vahiy almasının dışında, diğer insanlar gibi bir insandı. Kur'an'ı Kerim bu durumu şöyle ifade etmektedir: De ki, Ben de yalnızca sizin gibi bir insanım; ancak bana Tanrınızın tek bir Tanrı olduğu vahyolunuyor. Hakkında vahiy olmayan meselelerde Hz. Peygamber, konu üzerinde arkadaşları ile görüş alışverişinde buluşurdu. O, danışmalarından sonra çoğunluğun görüşüne uyardı. Bu uygulamaya, Uhud harbi öncesinde yapılan danışma toplantısı iyi bir örnek oluşturmaktadır. Bu toplantıda düşmana karşı alınacak olan önlemler ve uygulanacak taktikler görüşülmekteydi. Hz. Peygamber'in kişisel düşüncesi, Medine’de kalarak düşmana karşı savunma savaşı yapmak idi. Bedir harbine katılmayan gençler ise, düşmandan korkmadıklarını göstermek için, düşmanla Medine'nin dışında karşılaşmayı istemekteydiler. Gençlerin görüşü çoğunluğu sağladı, Hz. Peygamber çoğunluğun görüşüne uyarak, Medine'nin dışına çıkıp savaşmaya karar verdi. Burada önemli olan nokta şudur; Hz. Peygamber'in sağlığında, vahyin belirlemede bulunmadığı konumlarda Hz. Peygamber'in karar ve düşünceleri, arkadaşları tarafından tartışılabilmesine rağmen, onun vefatından sonra maalesef bu durumun ortadan kalktığı görülmektedir.

            Hudeybiye sulhu öncesi Hz. Peygamber, bir elçi göndererek, Kabe'yi ziyaret etmek için geldiklerini, bunun dışında bir amaçları olmadığını bildirmek istedi. Bu göreve de Hz. Ömer'i seçti. Çünkü Ömer, Müslüman olmadan önce, Mekke site devletinde elçilik görevlerinde bulunmuştu. Hz. Peygamber'in bu kararına Ömer. ''Ben Kureyş'ten korkuyorum. Kabilem Adiy'den, Kureyş'in düşmanlığından beni koruyacak kimse yok'' gerekçesiyle itiraz etti. Ayrıca bu işi başarabilecek ve tehlikesi az olabilecek kişiyi de Hz. Peygamber'e önerdi. Ömer'in gösterdiği bu zat, Hz. Osman idi. Çünkü Kureyş'in ileri gelenleri Beni Ümeyye'dendi. Akrabalık bağlarının önemli olduğu bir toplulukta bu durum, Hz. Osman'a can güvenliği sağlamaktaydı. Hz. Ömer'in itirazını haklı bulan Hz. Peygamber, Osman'ı çağırdı ve onu, Ebu Sufyan ve Kureyş ileri gelenlerine, savaş için gelmediklerini, Kabe'yi ziyaret amacıyla geldiklerini bildirmesi için Mekke'ye gönderdi.

            Danışma konusunda Kur'an'ın tavrı çok açıktır. Yüce Allah, Elçisi'ne ''..İşler hakkında onlara danış'' emrini vermiştir. Bu ayet, danışmayı bir yumuşaklık olarak da nitelendirmektedir. İstişare ümmet için bir zorunluluktur.

            Hz. Peygamber, acil ve önemli konuları ileri gelen sahabe ve kabile liderleri ile görüşürdü. Kur'an'ın emri, Müslümanlara örnek olacak şekilde Peygamberimiz tarafından uygulanma alanına konmuştu. Sahabe döneminde yaşanan olaylar; istişarede sahabenin, Hz. Peygamber'in vahye dayalı olmayan görüşlerine karşı çıkmalarının bir isyan olmadığını da göstermek yolunda çok iyi örneklerdir.

            Danışma ile biat arasındaki bağın Hz. Peygamber'den sonra iyi kurulamadığı ve biatın tek yanlı itaat için kullanıldığı görülmektedir. Hz. Peygamber zamanında Kur'an'i bir kavram olan biat, ondan sonra siyasi bir içerik kazandı. Kelimedeki mana değişikliği, onu büsbütün siyasi bir terim haline getirdi.

            Kur'an'i Kerim'de biat durumu, Hz. Peygamber'e tahsis edilmiş ve bu tahsis de belli koşullara bağlanmıştır. Kur'an hangi şartlarda Hz. Peygamber'in biatı kabul edeceğini açıklamakta, bunun yanı sıra, biat edeceklerden de bazı şartlara uymalarını istemektedir. Bu emir geldiği zaman Hz. Peygamber'in, erkeklerin yanı sıra kadınlardan da biat aldığı bildirilmiştir. Bu durum aynı zamanda, toplumsal yaşamdan kadının soyutlanamayacağı gerçeğini de ortaya koymaktadır.

            Hz. Peygamber zamanında, Müslüman devletinin yönetiminin meşruiyeti, iktidarın kaynağı bakımından farklılık arz etmekteydi. Bu devleti, Allah'ın elçisi kurmuş ve Elçisi'ni de Allah seçmişti. Taha Hüseyin, Hz. Peygamber döneminde Müslüman siyasi siteminin teokratik olmadığını belirterek, ''Peygamber, insanların işlerinde doğru ve yanlış yapıyordu.'' demektedir. Fakat onun hataları bazen Allah tarafından, bazen de insanlar tarafından düzeltilmekteydi.

            Başlangıçta Müslümanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul ederek, onun etrafında dini bir cemaat kurdular. Medine'de oluşan siyasi topluluk da bu dini topluluktan doğmuştur. Peygamber döneminde bile yarı teokratik olabilen bir idari yapının, Hz. Peygamber'den sonra teokratik veya yarı teokratik olması mümkün değildir.